CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR
TC Düşmanlığı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TC Düşmanlığı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

ABDÜLHAMİT AHLAKI

Özgün belgelere dayanarak Osmanlı tarihini yazan Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal anlatıyor:

Sultan 2. Abdülhamit’in baskı döneminde ahlâk bozukluğu, önceki devirlere göre çok daha yaygınlaşmıştı.

Kölelik ruhu, korku ve rüşvet bu duruma neden olan başlıca kaynaklardı.

Sultan 2. Abdülhamit döneminde esir ticareti desteklenerek uygulanıyordu.

Sultan 2. Abdülhamit, esirlik kurumunu savunurdu. Bunun nedeni, kölelik ruhundan hoşlanmasından, faydalanmasından ve bu ruhu baskı rejiminin zorunlu bir temeli olarak kabul etmesindendi.

Sultan 2. Abdülhamit, baskı otoritesinin yetişemediği dağlık bölgelerde yaşayan kişiler için de cehaleti zorunlu görmekteydi. Sultan 2. Abdülhamit’in kendisinin anlatmış olduğu şu olay bunun kanıtıdır: Bir gün Amerikan elçisi ile görüşürken, elçinin Amerika’daki kızıl derililerin uygarlaştırılmasına karşı olduğunu, bu nedenle de okutulmalarından yana olmayıp doğal halde bırakılmalarının daha yararlı olduğu fikirlerini dinler. Bunun üzerine Sultan Abdülhamit şöyle bir karar verir: Bizde de Arnavutlara, Kozan dağlarındaki dağlılara okul açmak boşunadır. Okullar, şehirler içindir. Dağlıların cesaretlerinden yararlanmak için duygusal davranarak onları elde etmeliyiz. Sultan 2. Abdülhamit, bu kararını uygulamış olduğunu övünerek anlatırdı.

Sultan 2. Abdülhamit insanları şöyle sınıflandırırdı: İnsanlar iki türdür. Birinci türden olanlar, çıkar sağlamak yoluyla elde edilebilirler. İkinci türden olanlar ise kendilerine iyi davranılarak ele geçirilebilirler. Maddi çıkara düşkün olanların hırsları, saltanatın kudreti ile doyurulur. Böyle bir düşkünlükleri olmayanların kalplerini kazanmaya zaten kendi karakterleri elverişlidir. Bunlardan farklı olarak, bu iki türün dışında kalanlardan kendisine gölge yapanların da sırası gelince hesapları görülür!

Böylece Sultan 2. Abdülhamit herkesi para ve makam ile satın alabileceğine, istisnaları da kaba kuvvet kullanarak haklayabileceğine inanmaktaydı.

Değerli Dostlar,

Sultan 2. Abdülhamit’in hayatı ve tahtı için duyduğu korku, bulaşıcı bir hastalık gibi toplumun temellerine kadar işlemiş ve ortada güven sağlayacak bir dayanak olmadığı için herkes canından bile kaygıya düşmüştür. Dönemin en büyük sadrazamlarından (başbakanlarından) olan Mithat Paşa, Sait Paşa ve Kâmil Paşa’nın, hayatlarını kurtarmak kaygısıyla yabancı elçiliklere ve konsolosluklara sığınmaları, bunlardan başka daha birçok devlet adamlarının ve hatta saray kadınlarının aynı çareye başvurmaları, korku ve güvensizliğin derecesini göstermeye yeterli örneklerdir.

Rüşvet Osmanlının önceki devirlerinde de kanıksanmış toplumsal bir hastalık olmasına rağmen, hiçbir zaman meşru görülmemişti.

Oysa Sultan 2. Abdülhamit, rüşveti geçmişten gelen bir kurum, hatta milli bir gelenek olarak kabul etmiştir. Rüşveti, bazı bahaneler öne sürerek doğal gösterip savunmuştur. Maaşlarını vaktinde alamayan küçük memurların rüşvet almalarında bir sakınca görmediğini ifade etmiştir.
Sultan 2. Abdülhamit’ten başlayan ve en küçük memura kadar uzanan rüşvet zincirinde, hiç kuşkusuz, herkes memuriyet derecesine göre rüşvetten yaralanır, ancak rüşvetten aslan payını saray, sadrazam ve vezirler(bakanlar) alırdı.

Osmanlı dış borçlarını ödeyemeyince 1881 yılında İstanbul’da kurulun Düyunu Umumiye (Genel Borçlar) kurumunun direktörlerinden biri şu olayı anlatmıştır: Devletin bir borçlanma işi ile ilgili olarak 1 milyon 300 bin liralık bir fatura çıkarılır. Gerçekte bunun ancak 200 bin lirası harcanmıştır. Geri kalan 300 bin lira saray ve vezirlere, 800 bin lirası da Sultan 2. Abdülhamit’in özel hazinesine rüşvet diye verilmiştir.

Sultan 2. Abdülhamit döneminde memur olmak için liyakat (yetenek, bilgi, deneyim, uygunluk) gerekli değildi. İltimas ve himaye karşılığında kişisel onur ve şereften ödün vermek ve mutlak itaat yeterliydi.

Sultan 2. Abdülhamit döneminde din, halkın ahlâkını yükseltmek için değil, yobazlığı kökleştirmek için bir siyasi araç olarak kullanılmıştır. Camilere hoca diye bazı sarıklı yobazlar dağıtılır, onların aracılığıyla halk ‘şarap içerseniz, zina ederseniz, namaz vaktini geçirirseniz cehenneme gidersiniz, orada şöyle yanar böyle işkence görürsünüz’ diye korkutulurdu. Amaç halkta korkuyu ve uysallığı sürdürmekti.

Okullardaki din dersleri de bu biçimde verilmekteydi. Böylece sözde din terbiyesiyle olgunlaştırılmak istenen halk, dinden imiş gibi gösterilen hurafe ve sahte inançlara yönlendirilir, kötü gelenek ve göreneklere bağlı kalması için elden gelen yapılırdı.








Değerli Dostlar,

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Osmanlı padişahlarına

“ecdadım” der, onlarla övünür ve özellikle onlardan birini, Sultan 2. Abdülhamit’i kendisine “ROL MODEL” aldığını söyler.

Bu yazıyı okuduktan sonra, ülkemizin içinde bulunduğu koşulları hızla gözünüzün önünden geçirip Sultan 2. Abdülhamit dönemiyle karşılaştırınız.

Benzerlikler görüyor musunuz?

Yılmaz Dikbaş

*

AKP ≈ Atatürk yerine Abdülhamit

Türkiyedeki islamcı yapılar öteden beri Haçlıların ileri karakollarıdır. #İngilizinİmamları



ERZURUM, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Savaş Eğilmez, Türklerin casuslarla binlerce yıldır mücadele ettiğini söyledi.

ERZURUM, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Savaş Eğilmez, Türklerin casuslarla binlerce yıldır mücadele ettiğini söyledi. Türkiye'deki ajanların en iyisinin imam, diğerlerinin de papaz olarak görev yaptığını öne süren Eğilmez, "Terör örgütleri FETÖ ve PKK adına suç işlediği, casusluk yaptığı iddiasıyla şu an ev hapsinde bulunan ABD'li casus Andrew Brunson, ABD ile Türkiye arasında krize neden olmuştur" dedi.

ABD'li Rahip Brunson vakasının bu coğrafya için ne ilk, ne de son olacağını ifade eden Eğilmez, Brunson gibi casusların Hunlar döneminde de var olduğunu, Selçuklu çağında da faaliyet gösterdiklerini belirtti. Örneğin Çinli casus Chang Sun-Sheng'in 6'ncı asrın sonu ve 7'nci asrın başlarında Türkler hakkında yıllar süren casusluk faaliyetleri sonucunda elde ettiği istihbaratlar neticesinde hazırlamış olduğu raporu, Çin'in Asya'daki Türk üstünlüğüne son vermesinde önemli bir rol oynadığını vurgulayan Tarihçi Savaş Eğilmez, "M.Ö. 2'nci yüzyıldan itibaren başlayan casusluk faaliyetlerindeki başrolü Türk başkentindeki Çinli prensesler üstlenmiştir ki bu, Çin'in Türkler arasında sistemli ve etkili bir şekilde casusluk faaliyetlerinde bulunmuş olduğunun en önemli göstergesidir. Hun, Göktürk ve Uygur devletlerinin zayıflaması ve hatta yıkılmasında rol oynayan Çinli casuslar gibi Türk yurdunda faaliyet gösteren Moğol, Kırgız ve İranlı casuslar da farklı dönemlerde etkili olmuşlardır. İslamiyeti kabul edip Anadolu'ya yerleşen Türkler, batının en büyük hedefi haline gelmiştir" diye konuştu.

Türklerin İslamiyet'i kabul ettikten kısa bir sure sonra bu dinin hem koruyucusu, hem de yayıcısı rolünü üstlendiğini ve hemen ardından Hristiyan dünyası için büyük önem arz eden Anadolu'yu vatan edindiğini ifade eden Eğilmez, "Bu durum da Türk devletini batının en önemli hedefi haline getirmiştir. Türkleri alt etmek adına her türlü hileye başvuran batı dünyası için casusluk faaliyetleri de vazgeçilmez bir kanıt haline gelmiştir. Gerek papalık, gerekse batılı devletler aracılığıyla yürütülen casusluk faaliyetlerinde genellikle din adamı kimliği kullanılmıştır. Batı adına faaliyet gösteren casuslar bazen Hristiyan bir papaz, bazen de Müslüman bir imam kılığına bürünüyorlardı. Papalık eliyle yapılan casusluk çalışmalarında Papa, bir yandan Avrupa milletlerini Osmanlılara karşı birleşmeye çağırırken, diğer yandan da casusları aracılığı ile Türk topraklarındaki gayrimüslim tebaayı devlete karşı isyana teşvik etmiştir. 16'ncı asrı takip eden yıllarda Osmanlı Devleti'ndeki yabancı devlet casuslarının etkisi ve sayısı artarak devam etmiştir. Bu süreçte batılı devletler, gerek Osmanlı tebaasından elde ettikleri casuslar yoluyla, gerekse Osmanlı ülkesine gönderdikleri diplomat, yazar, arkeolog, Türkolog kılığındaki kişiler eliyle casusluk çalışmalarını geniş bir alana yaymışlardır" dedi.



Saraylarda muhtelif görevlerde çalışan birçok casus olduğunu sözlerine ekleyen Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Savaş Eğilmez şunları söyledi:

"Sarayda da muhtelif görevlerde çalışan birçok casus bulunmaktaydı. Öyle ki, padişahın nereye ve ne zaman sefer düzenleyeceği, Osmanlı ordusundan önce batılı diplomatlar haberdar oluyordu. 19'ncu yüzyılın başarındaki bağımsızlık hareketlerine paralel olarak casusluk faaliyetlerinde büyük artış gözlenmiştir. Öyle ki bu faaliyetlerin bir kısmının ortaya çıkmasından sonra 2'nci Mahmut tercüme işlerinden Rumları uzaklaştırdığı gibi, devletin Avrupa ile ilişkilerini yürütecek bir Müslüman-Türk bürokrat sınıfın yetiştirilmesine gayret göstermiştir. Casusların nasıl yetiştirildikleri ve çalıştıkları konusunda Kazım Karabekir Paşa şu bilgileri vermektedir, 'İki sene fiilen hizmet eden subaylardan isteyenler Doğu Dilleri Okulu'na alınır. İki, üç sene kadar sizi okur, yani; Türk dili, Türk tarihi, Türk coğrafyası, İslam dini, Türk karakter ve ahlakı, Türk iktisadını tahsil ederek imtihan olurlar. İmtihanda başarılı olanlar İstanbul'a gelir, iki sene kadar yine aynı konuları daha ayrıntılı olarak okumakla beraber büyük şahsiyetleri, büyük hükümet makamlarını, Kars'ın fikirli gazeteleri, çeşitli fikir akımlarını, halkın iktisadi durumunu, orduyu sonuç itibarıyla her türlü varlığımızı görerek yerinde inceler. Yani okuduklarını gözüyle de görür. İmtihanda başarılı olanlardan casusluğa kabiliyetli olanlar, her duruma uyar, her yere girebilir derecede, kurnaz, yüz olarak tanınmaz, ağzı sıkı, fedakar kimseler ajan olurlar. Ajanlar ülkemiz içerisinde muhtelif işlere, çeşitli milliyetler ve isimlerle dağılıp işe başlarlar. Bunlardan en yetenekli olanları hidayete ermiş gibi İslam dinine girerek sızar, hatta evlenerek çoluk çocuk sahibi de olur. Süresi bitince isterse bu vazifeye devam eder, istemezse önemli bir para mükafatı, oturacak ev veya arazi verilir. Serbestçe yaşantısını sürdürür. Özellikle mühtediler (din değiştirenler) çoluk çocuk sahibi olanlar, hayatları müddetince bu vazifede kalırlar."

Çanakkale Savaşı sırasında İtilaf devletlerinin casusları eliyle yürüttükleri propagandanın etkisini ve boyutunu görmek açısından Kazım Karabekir Paşa'nın zikrettiği anekdodun da büyük önem arzettiğini hatırlatan Eğilmez konuşmasını şöyle sürdürdü:

"Çanakkale'ye asker çıkarmadan önce İngiliz ve Fransızlar, Müslüman askerlere şöyle bir genelge yayınlamışlar: 'Halife'yi Almanların elinden kurtarmaya gidiyoruz. Almanlar Çanakkale Boğazı'nı tutmuşlar. Muharebede sakın Türk askerlerine ateş etmeyiniz, onlar sizin din kardeşlerinizdir. Maksadımız o zavallıları da Almanların elinden kurtarmaktır. Türk askerlerinin başında kırmızı fes olduğunu biliyorsunuz. Almanların başında toprak rengi başlık vardır. Bunlara aman vermeyin, öldürün. Sakın feslilere ateş etmeyin! Gayret ve kahramanlık gösterin de Halife ve Padişah efendimizi çabuk kurtaralım! Bu tamim Müslüman askerlerin ruhuna işlemişti. Esirler bizi haki başlıkla görünce Alman sanmışlar. İşte propaganda böyle kısa ve yakışık alır ve dinleyenlerce inanılır ve kolay kolay da silinmez bir tarzda yapılır. Türk kara ordusu başlarında fesi çoktan çıkarmış ve toprak rengi başlık giymişti. Tabi sömürge halkı bunu bilmezdi. Onun gözüne daima Türk askerlerinin kırmızı renkli kıyafeti gösterilmişti. Kulakları hala hep böyle dolduruluyordu. O zavallılar Alman sanarak Türkleri öldürürken, üstelik bir de sevap işlediklerini sanarak seviniyorlarmış."

Eğilmez, yine Kazım Karabekir Paşa'nın "İstiklal Harbimiz" isimli eserinde zikrettiği şu ifadelerde tam olarak casusluk sistematiğine ışık tutar vaziyette olduğunu hatırlatarak, konuşmasını şöyle tamamladı:

"Bugünlerde Ahmet Robenson adresine Bandırma cihetlerinden gelen şüpheli bir mektup ele geçti. Ahmet Robensen kimdir? Araştırma neticesinde ebeveyninin İngiliz olup Müslümanlığı kabul ettikleri ve oğulları Robenson'un da isminin önüne bir Ahmet takarak Türk vatandaşı gibi Harb-i Umumi'de yedek subay olarak orduya dahil olduğunu, fakat Kars'ta kalarak gelmediği anlaşılmıştı. Yapılan tahkikatta Kars bölgesinde İngilizler hesabına casusluk etmekte olduğu öğrenildi. Ne ibret alınacak vakalar! İslam olup içimize karışanlar, yüzümüze gülerek menfaatler gösteren insanlar, ne uzun müddetler, zavallı Türk milletine neler yapmışlar. Geçen sene Erzurum'da yakaladığımız Müslüman olmuş ve ara ara imamlık yapan Rus casusunu temize çıkarmak için bir mahalle halkının karargahıma geldiği zaman hallerine bakıp da hatıratıma şunu kaydetmiştim: "Ey Türkoğlu! Sen pek safsın, seni herkes aldattı! Erdim diyen, döndüm diyen çemberinden atlattı! İmam kılığındaki Hristiyan casuslar, yıllarca camilerde Türk-İslam-Kültürünü tahrif ettiler."

'BATI, KÖY İMAMLARININ GÖREVLENDİRME BOŞLUĞUNDAN İYİ YARARLANDI'


Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Savaş Eğilmez, Osmanlı İmparatorluğu ve Cumhuriyetimizin ilk yıllarında köylerde görev yapan imamların aldıkları ücretin devlet tarafından değil, bulundukları köyün insanları tarafından karşılandığını hatırlattı. Ajanların en iyisinin imam gerisinin de papaz olduğunu söyleyen Eğilmez, "Bu imamlar köyün ileri gelenleri ile alacakları ücret, yatacakları yer, yiyecek ve içecekleri konusunda anlaştıktan sonra göreve başlarlardı. Bu yüzden imamlık bilgisine sahip din adamları iş bulmak amacıyla köy köy dolaşırlar ve anlaştıkları köyde işe başlarlardı. Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı İmparatorluğu'nu içten yıkmak isteyen batı dünyası, sadece köyün ileri gelenleri tarafından seçilen köy imamlarındaki bu görevlendirme boşluğundan iyi yararlanmışlar ve Anadolu köylerine imamlıkla ilgisi olmayan, ancak bu konuda yetiştirilmiş casuslarını göndererek uzun süre imamlık yaptırmışlardır. Köy halkının hiçbir şeyden habersiz aylarca arkasında namaz kıldığı sahte imamlar, Anadolu insanının maddi ve manevi gücünü, yediğini, içtiğini, devlete olan bağlılığını, savaşla ilgili düşüncelerini anında bağlı oldukları ülkeye rapor ederek Türk devletini yıkmanın ve zayıf düşürmenin yollarını arıyorlardı. Savaş sonuna kadar görevlerine devam eden bu imamların casus olduğundan hiç kimse şüphe duymamıştır" dedi.

- Erzurum

Kaynak: DHA


Alıntı: Haberler.com

11.08.2018 12:59

Rockefeller’in Türkler Hakkında Görüşleri

Rockefeller’in Görüşleri

Doç. Dr. Haluk Berkmen

Bildiğiniz gibi, David Rockefeller (1915 – 2017) Rockefeller şirketler grubunun kurucusu John D. Rockefeller'in büyük oğlu, Chase Manhattan Bankasının eski başkanı ve Standard Oil petrol D. Rockefeller “yeni dünya düzeni” hayalini de savunmuş bir kişidir. Rockefeller’in Türkler hakkında şu görüşlere sahip olduğu aktarılıyor. Size onun görüşlerini altta aynen sunuyorum:

şirketinin sahibiydi. Finans ve ticaret alanlarında bir dünya imparatorluğu kurmayı başarmış olan

Türkiye dünyadaki en stratejik konumdaki ülkedir ve bizim için çok önemlidir. Nedenlerine gelince: 1) Büyük İsrail Devleti topraklarının su kaynaklarının önemli bir kısmı şu anda Türkiye’ye aittir.
2) Müslüman ve demokratik bir ülke olarak bu konuda öncü bir ülkedir. İslamiyet’i yıkmak istiyorsak önce Türkiye’den başlamalıyız.
3) Avrupa ve Asya arasında bir köprü durumdadır. Türkiye Maden, petrol, doğalgaz gibi zengin yer altı kaynaklarına sahiptir. Ortadoğu ve Kafkasya’ya hâkim olmak istiyorsak bu ülke elimizin içinde olmalıdır. Ortadoğu hemen hemen elimizde sayılır. Kafkasya ve Orta Asya’daki diğer Türk devletleri de yakında darbelerle kargaşaya boğulacaklar ve avucumuzun içine düşecekler. Bu Türkler aslında birleşip bir araya gelseler karşılarında hiçbir güç duramaz. Bu yüzden böyle bir olasılığa karşı, ajanlarımız her an tetikte bekliyorlar. Türk devletlerinde kilit mevkilerdeki adamlarımız, aralarında en ufak bir yakınlaşma sezdiklerinde hemen istikrarı bozacak olaylar ve darbelerle bunu önlüyorlar.
4) Ülke bor madenleri bakımından dünyanın en zengin ülkesidir ve bu maden dünyada yakın bir gelecekte, petrolden bile daha önemli bir hale gelecektir.
5) Belki de en önemli olanı Türkler medeniyetin beşiğidir. Türkler, Milattan Önce 4.000’lerde Orta Asya’da oluşmuş büyük bir felaketten sonra yaşadıkları yerleri terk edip, Mezopotamya’ya ve Rusya üzerinden Avrupa’ya gelen Aryanlar, yani dünyadaki en medeni olarak kabul ettiğimiz Ari Irk’tandırlar ve Avrupa’daki Finliler, Macarlar gibi bazı uluslar Türk kökenlidir. Ayrıca Anadolu’da büyük uygarlıklar kuran Hititler ve Asurluların da Türk kökenli olma ihtimali yüksektir.

Milattan Önce 3.500 yıllarında Mezopotamya’da yaşamış olan Sümerler ilk yazıyı bulan, toplumda adaleti sağlamak için ilk yasaları çıkaran ve mahkemeleri kuran, ilk para kullanan ve vergi toplayan, ilk okul açan ve tekerleği bulan ulustur. Yani dünya medeniyetinin başlangıç noktasıdır ve soyları tarihçilerimizin araştırmalarına göre Türk kökenli insanlardır. Sümerler o bölgenin yerli halkı değildiler; yani göçebe idiler ve tarihçilerimizin araştırmalarına göre, “kız” manasına gelen “kır” kelimesi, “öküz” manasına gelen “ökür” kelimesi gibi, bugüne kadar çözülebilen 1000 civarında Sümerce kelime Türkçede halen kullanılıyor. “Ayağını yere sıkı bas”, “Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır”, “Sel gibi silip süpürmek”, “Yağ gibi erimek” gibi pek çok Sümerce atasözü, bugün Türkçede kullanılmaktadır. Sümerlerin Ay Tanrısı’nın simgesi olan “Yarımay” (hilal), bugün Türk bayrağında kullanılmaktadır. Roma ve Yunan medeniyetleri Sümerlerden oldukça fazla faydalanmışlardır; mesela yapılarındaki süslemeleri ve Tanrıları Sümer tapınaklarından gelir.

Fakat biz bunu örtbas etmek için, Milattan Önce 2.000 yıllarında, yani Sümerlerden 1.500 yıl sonra başlamış olmasına rağmen, Yunan medeniyetini dünyadaki ilk medeniyet olarak dünyaya tanıttık. Daha da ilginç olanı, Yunanlılardan önce Mısır Medeniyeti başlamıştır; ama onlar da ancak Sümerlerden 1000 sene sonra piramitlerini yapabilecek uygarlık düzeyine gelebilmişlerdir. Mayalar ve İnkalar; Sümerlerden 2000 sene sonra ziguratlarını aynı biçimde yapmışlardır. Medeniyetin beşiği olarak Türkleri kabul edemezdik; tam aksine binbir entrika ile bu kültür miraslarına el koyarak biz onları bütün dünyaya barbar, hak hukuk tanımayan bir toplum olarak tanıttık ve bunda da oldukça başarılı olduk.”

ATATURK CHP Doneminde Camiler Ahir,Genelev yapildi.Yalani Soyleyen akp'liler bu laflarim sizlere...?


Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi ilahiyat fakültesi öğretim üyesi Abdullah Akın diye bir herif, üniversitenin televizyon kanalına çıktı, “1924 yılında camiler kapatıldı, Çanakkale ve Bursa'da genelev olarak kullanılan camiler var” dedi.
*
Çanakkale ve Bursa'da bu genelevlerin adresini bilen var mı?
*
Çanakkale ve Bursa'da camiler genelev yapılsa, hem de Atatürk tarafından yapılsa, bunun gizli kalması, duyulmaması mümkün mü?
*
Genelev olarak kullanılan camileri sadece bu ilahiyatçı herif bildiğine göre, insan merak ediyor haliyle… Bu sapıkça yalanın kaynağı ne?
*
Eminim hiç şaşırmayacaksınız…Bu sapıkça yalanın kaynağı, kafasında fesle dolaşan tımarhanelik Kadir Mısıroğlu!
*
2012 yılında Akp yandaşı televizyon kanalında “tarih sohbetleri” programına katıldı, tarihte ilk kez o gün, “İsmet paşa döneminde, Çanakkale'de bir cami kerhane yapılmıştır, Sebilürreşad koleksiyonuna baksınlar, fotoğrafı var” dedi.
*
Yani, adıyla sanıyla “belgeli kaynak” gösterdi.
“Fotoğrafı var” dedi.
*
Sebilürreşad, haftalık bir dergiydi… 1908'de Mehmet Akif Ersoy'un kuruculuğunda “Sırat-ı Müstakim” adıyla çıkarıldı. 1912'de adını değiştirdi, “Sebilürreşad” oldu. 1966'da kapandı.
*
Ama… 2016'da tekrar açıldı. Akp himayesinde açıldı. Yayın hayatına başlaması nedeniyle TBMM Kültür Evi'nde etkinlik düzenlendi. TBMM'de milletvekili odalarına dağıtıldı. Hatta, asrın liderimiz bu dergiye makale bile yazdı.
Ayrıca… Akp'li Bağcılar belediyesi, Sebilürreşad dergisinin Mehmet Akif Ersoy dönemindeki eski sayılarını, günümüz Türkçesiyle kitaplaştırdı, sayı sayı, cilt cilt, eksiksiz bastırdı.
*
E şimdi buradan Akp'ye açık çağrı yapıyorum…
Sebilürreşad dergisinin arşivi komple elinizde olduğuna göre, cilt cilt bastırdığınıza göre, “İsmet İnönü döneminde Çanakkale'de kerhane yapılan caminin fotoğrafı”nı gösterebilir misiniz?
*
O fotoğraf var olsaydı, bu sapıkça yalan gerçek olsaydı, bugüne kadar onbinlerce defa miting kürsüsünden göstermezler miydi?
*
Bitmedi…
*
Tımarhanelik fesli “İsmet paşa döneminde Çanakkale'de bir cami kerhane yapıldı” yalanını söylemişti.
Gel gör ki…
Onsekiz Mart Üniversitesi ilahiyat fakültesi öğretim üyesi olan herif, bu yalanı daha da ilerletiyor.
Hem “Atatürk döneminde yapıldığını” söylüyor, hem de “sadece Çanakkale'de yapılmadığını, Bursa'da da yapıldığını” söylüyor.
*
Bu ülkenin cumhurbaşkanı, başbakanı, milli eğitim bakanı, diyanet işleri başkanı, YÖK başkanı, Onsekiz Mart Üniversitesi rektörü, Akp'li Bursa büyükşehir belediye başkanı, Akp'li Bursa valisi, Bursa'da Atatürk tarafından kerhane yapılan camiyi gösterebilir mi?
*
Devlet kerhane yapılan caminin yerini bilmiyorsa, o devlete devlet denir mi?
Yok eğer böyle bir kerhane yoksa, bu sapıkça yalana sessiz kalan devlete devlet denir mi?
*
Bitmedi…
*
En önemlisi…
*
“1924 yılında camiler kapatıldı, Çanakkale ve Bursa'da genelev olarak kullanılan camiler var” diyen ilahiyat fakültesi öğretim üyesi Abdullah Akın'ın yayınlanmış bir kitabı bulunuyor.
“Cumhuriyet Dönemi Din Eğitimi 1920-1950” adıyla basıldı.
*
Bu kitabı hangi yayınevi bastı biliyor musunuz?
Ensar Neşriyat!
*
Ensar Vakfı'nın yayınevi!
*
Ensar Vakfı'nın yurdunda 10 yaşındaki gariban oğlan çocuklarına yıllarca tecavüz edilmesine gıkını çıkarmayacaksın, üstünü örtmeye çalışacaksın, sonra da utanmadan ilahiyatçı akademisyen ayaklarıyla televizyona çıkıp “1924 yılında camiler kapatıldı, Çanakkale ve Bursa'da genelev olarak kullanılan camiler var” diyeceksin öyle mi?
*
Lafı hiç eğip bükmeyelim…
Allahsız bunlar, Allahsız.



27 Şubat 2018

Yılmaz ÖZDİL

https://www.sozcu.com.tr/2018/yazarlar/yilmaz-ozdil/ataturk-doneminde-genelev-yapilan-camiler-var-oyle-mi-2250804/

İŞGAL İSTANBUL’U VE MUSTAFA KEMAL

Türk ordusu, 6 Ekim 1923 günü törenle İstanbul’a girdi. İşgalciler, İstanbul’da elkoydukları silah ve donanımı, 1 Ekim 1923 günü Tümgeneral Selahattin Adil’e teslim etmiş; 2 Ekim’de, son birliklerini gemilere bindirdirerek ülkeyi terk etmişti. Birkaç yıl öncesinde düşlere bile giremeyen ve Anadolu’daki halk savaşıyla sağlanan bu başarı, Türk ulusu için kuşkusuz büyük bir olaydı. Ancak, bu olayın İstanbul için, kurtuluşun ötesinde tarihsel ve kültürel bir boyutu vardı. İstanbul, çürüyen bir düzenin başkentiydi ve yüzlerce yıl süren bozulmaların birikimini taşıyordu; yozlaşma ve yabancılaşmanın merkezi olmuştu. Askeri kurtuluştan sonra kültürel kurtuluşunu da sağlayarak, ulusal istencin merkezi olan Ankara’yla bütünleşecek miydi?

 İşgal İstanbul’u

Mustafa Kemal 13 Kasım 1918’de İstanbul’a geldi. Çanakkale’de başlayan Suriye’de biten 4 yıllık kanlı bir savaşın içinden geliyordu.


Haydarpaşa’dan çıkıp karşıya geçmek için merdivenlerden denize doğru inerken aynı anda; 22 İngiliz, 12 Fransız, 17 İtalyan, 4 Yunan gemisi ve 6 denizaltıdan oluşan 61 parçalık işgal donanması Boğaz’a giriyordu. Kıyılar arası geçiş, yasaklanmıştı. Rasim Ferit (Talay) ve Yaveri Cevat Abbas (Gürer) ile birlikte, yabancı gemilerin Boğaz’a yerleşmesini üzüntü içinde izledi. Çanakkale’den çatışmayla geçemeyenler, sinir bozucu rastlantı ya da acı veren bir yazgı gibi, onunla aynı gün ve aynı saatte İstanbul’a geliyor ve bu büyük gücü Çanakkale’de durduran komutan üç yıl sonra, dirençsiz ve çatışmasız bir ele geçirmeyi izlemek zorunda kalıyordu. Üzüntüsünü, “Hata ettim, İstanbul’a gelmemeliydim, bir an önce Anadolu’ya dönmenin çaresine bakmalı” sözleriyle dile getirecektir.1
Kendisini karşılamaya gelen Dr.

İstanbul, bıraktığı gibi değildir. Bu büyük ve “büyüleyici” kent, işgal donanmasının Boğaz’a girmesiyle birlikte parçalara ayrılmış, “İstanbul artık bir değil birkaç İstanbul”2 olmuştu, Rumlar, Ermeniler ve Levantenler Avrupa yakasının sahil şeridini doldurmuş, coşkulu gösteriler yapmakta ve sokaklar sevinç bağrışlarıyla yankılanmaktadır.3 Beyoğlu ya da Şişli’de kökü devşirmelere dayanan işbirlikçiler, yeni duruma uyum göstermenin hesaplarını yapmaktadır. Müslüman Türk mahallelerinde ise, gerçek bir keder, hüzünlü bir kaygı vardır. Savaşın çilesini çeken erkeksiz kalmış yoksul evler, askersiz kışlalar ve boş pazarlarıyla Üsküdar, Beyazıt ya da Eyüp, sanki bir başka ülkenin kentiymiş gibi, “bir ölüm sessizliği” içindedir.

Küçük buharlı bir tekneyle, dev boyutlu düşman zırhlıları arasından karşıya geçerken, içinde bulunduğu olanaksızlıklara ve görünürdeki büyük güç eşitsizliğine hiç aldırış etmeden, inançlı bir kararlılıkla ünlü sözünü söyler: “Geldikleri gibi giderler”.4

Çürümüşlük ve İhanet

İşgal İstanbul’u; ihanetle direnişin, erdemle onursuzluğun, sefaletle sefahatın iç içe yaşandığı ve çürümüş bir düzenin tüm hastalıklarıyla birlikte çökmekte olan bir başkenttir. İşgalcilerle birlik olmak için her şeylerini vermeye hazır işbirlikçiler, türedi zenginler, modern hayat yaşıyorum zanneden düşkün kadınlar, ahlaksız ilişkiler ve kumar, İstanbul’un Avrupalı yüzüdür. Nişantaşı’nın işbilir dönmeleri, Galata Ermenileri, Kurtuluş’un saldırgan Rumları ve Yahudi oligarşisi5, işgalcilerle bütünleşerek İstanbul’a adeta el koymuştur.

Fener Rum Patrikhanesi’nin papazları, Yunanistan’a bağlı, kararlı Rum milliyetçileri olarak çalışmaktadır. Devrim’den kaçan parasız Rus soyluları, Çarlık ordusunun generalleri, dükler ve düşesler; bu düşkün yaşamın davetsiz konuklarıdır. İngilizler ve kendilerine polis adını veren Hıristiyanlar, kent içinde ve yazlıklarda, Türk aileleri evlerinden kovmakta, dilediğini buralara yerleştirmektedir.6 İngiliz Ordusu’nda istihbarat subaylığı yapan H.C.Armstrong, İşgal İstanbulu’nu öyle tanımlıyordu; “İstanbul kenti bir yara. Burada soylu düşünceler ve ülküler yok. Burası, kirli sokaklarda yaşayan bayağı insanların kenti. Burası entrikanın, hile ve rezaletin korkaklık karargahı. Hain erkekler ve namussuz kadınlar kenti” dir.7

Satılmışlar

İşgalciler, her kesimden birçok insanı satın almıştır. Damat Ferit ve kimi hükümet üyeleri, “satın alınan kimselerin oluşturduğu uzun listenin başında” bulunmaktadır. “Bilgisiz Padişah, İngilizler’in sadık adamı olmayı kabullenmiştir”.8 İngiliz Severler Derneği’nin kurucularından İmam-Hatip Sait Molla, İngiliz Yüksek Komiserliği’nden emir almaktadır.9 Yunanistan yanlısı yaymaca yapan gazeteciler, millicilere saldırırken aynı yerden yönlendirilmektedir.10

Damat Ferit aracılığıyla, İstanbul gazetelerinin dörtte üçü, İngilizlerden para almaktadır.11 Bunlar, Mondros Mütareke’sini, Türkiye’nin kurtuluş antlaşması olarak ve bir bayram havasıyla sunuyor ve halkın ulusal direnç gücünü kırmaya çalışıyordu. Ünlü mütareke basını tanımı, Türk diline bu tutumu anlatmak için girmişti. İşbirlikçilerin dilinde, Türkler’de milli duygu yaratma çabaları, adam öldürmeyle bir tutulan bir suç durumuna gelmişti. Maarif Nazırlığı, okul kitaplarından Türk sözcüğünü çıkarmış, millici öğretim üyeleri üniversiteden atılmıştı.12

Müslüman Türk İstanbul

1918’de, bir başka İstanbul daha vardı. Bu, acı ve yoksulluk içindeki Müslüman Türk İstanbul’u. Beşiktaş’tan Eyüb’e, Üsküdar’dan Beykoz’a uzanan bu İstanbul, sessizliğe bürünmüş, kan ağlamaktadır. 1911’den beri aralıksız süren savaşlar onu yiyip bitirmiştir... Başkentliğini yaptığı ülkenin yalnızca Dünya Savaşı’nda; 654 bin genç insanı şehit olmuş, 891 bini sakat, 2 milyon 167 bini yaralı olmak üzere 3 milyon 58 bini iş göremez duruma gelmiştir.13 Ülkede sanki “yalnızca kadınlar, yaşlılar ve 16 yaşından küçük çocuklar kalmıştı”.14

Bu büyük yıkımdan, İstanbul’un Türk mahalleleri de payına düşeni almıştı. Erkeksiz kalan evler, açlık ve yoksulluk içindeydi. Evlere düzenli gelir girmiyordu. Dışarda çalışmaya alışık olmayan kadınlar, aileyi ayakta tutmak için, çarşaflarını giyip, kendilerine yapabilecekleri bir iş arıyordu. Beşyüz yıllık Müslüman Türk kimliğinin dayandığı gelenekler, yerine bir şey konmadan hızlı bir çözülme sürecine girmişti. “Analar çökmüş, sandıklar kilerler boşalmıştı. Kızlar, kardeşler ağır yaşam koşulları altında bunalarak tanınmayacak duruma gelmişti”.15‘Şişli’, düzenli ve giderek artan biçimde, “genç kızları yutuyor, evler, konaklar, kuyumcu takıları, para eden herşey tefecilere rehin bırakılıyordu”.16

Milliciler Asılıyor

Atina Bankası, Fener Rum Patrikhanesi aracılığıyla, Türk mülkü satın alacaklara, faizsiz borç para vermektedir. Türkçülük ve Türkçüler politikaya hiç karışmasalar bile, işgalciler için, baskı altında tutulması gereken gizil (potansiyel) suçlulardır. Tutuklanmış olan Ziya Gökalp’in asılacağından söz edilmektedir.

Boğazlayan (Yozgat) Kaymakamı Kemal Bey, işgalcileri memnun etmek için, “Ermeni tehciri sırasında hatalı olduğu” gerekçesiyle 8 Nisan 1919’da göstermelik bir yargılanmayla idam cezasına çarptırıldı. Ceza, iki gün sonra 10 Nisan’da uygulandı. Talat Paşa’nın “vatanı için onun kadar yararlı (nafî) bir kimse daha yoktur” dediği Kemal Bey, idam edilirken Türk milletine şöyle seslendi: “Yurttaşlarım, yemin ederim ki hiçbir suçum yoktur. Son sözüm bugün de budur, ahirette de budur. İşgalci devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun adalet. Çocuklarımı, soylu Türk milletine emanet ediyorum. Borcum var servetim yok. Üç çocuğumu millet yolunda yetim bırakıyorum. Yaşasın millet...”17


Reşit Bey

‘Mahkeme’, aynı suçtan, Jandarma Komutanı Binbaşı Tevfik Bey’i 15 yıla mahkum etti. Eski Sivas Valisi Dr.Reşit Bey, hakkında tutuklama kararı çıkardı. Reşit Bey, sıkıştırıldığı “Beşiktaş Bayırı’nda” yakalanmamak için intihar etti. Cebinden çıkan ailesine yazdığı mektup, hem duygulu bir veda, hem de o günün İstanbulunu anlatan bir belgedir. Mektupta şunlar yazılıdır: “Muhafız Komutanı ve Polis Müdürü, bütün şiddet ve kuvvetleriyle beni arıyorlar. Ermeni tazıları da bunlara katılmış. Gayretsiz ve hissiz dostlarım, utanmadan teslim olmamı tavsiye ediyorlar... Sonucu karanlık görüyorum. Yakalanıp hükümetin oyuncağı, düşmanlarımın eğlencesi olmamak için, son anda intihar etme fikrindeyim. Silahımı yanımdan ayırmıyorum ve mermiyi namluda tutuyorum. Yaşamın bence artık değeri kalmadı. Milletime son vazifemi yapıp, hayatımın kalanını sizinle birlikte geçirmek isterdim. Ancak, ne çare ki her istenilen olmuyor. Sizi milletim için ihmal ettim. İstikbalinizi düşünemedim. Herkes beni, Ermeni malıyla zenginleşmiş biliyor ve öyle suçluyor. Oysa, sizi geçimden aciz bırakıyorum. Bu da, kaderin acı bir cilvesi...”18

“Türk Olmayan” İstanbul

İşgal sırasında İstanbul’da; hepsi Türk olmayan 560 bin Müslüman, 385 bin Rum, 118 bin Ermeni, 45 bin Yahudi ve 92 bin Levanten olmak üzere, 1 milyon 200 bin kişi yaşıyordu.19 16.Yüzyıldan beri dünyanın en varsıl merkezlerinden biri olan bu büyük kente, 400 yıl içinde; İspanyol engizisyonundan kaçan Yahudiler, Kafkaslar’da çobanlık yapan Ermeniler, Yunanistanlı işsiz Rumlar, Araplar, Arnavutlar ve Tatarlar gelmiştir.

“Genişleyen İmparatorluğun sunduğu nimetlerden”20 yararlanan tüm gayri-müslim ve Türk olmayan Müslümanlar olağanüstü varsıllaşmıştır. İstanbul’un son üç yüz yılındaki net ayrım, Türkler’le diğerleri arasında uçuruma dönüşen gelir ayrımlılığıydı. Bu ayrımlılığa şimdi, üstelik sert biçimde; Müslüman-Hıristiyan, Türk-Rum, Türk-Ermeni siyasi çatışması ve işgalden sonra Müslümanlar arası ayrım eklenmiş ve Türkler; vatansever, vatan hainleri olarak bölünmüştü.21

Devşirme Kalıntısı İşbirlikçiler

1919 İstanbul’u askersiz işgalle bugün adeta yeniden yaşanıyor. O günlerde; doğrudan ya da dolaylı işgali savunan gazeteciler, din adamı görünümlü çıkarcılar, dünyayı ve yaşamı tanımayan bilgisiz ve şaşkın saray soyluları, kurtuluşu yabancı yönetiminde gören mandacılar, para için herşeyi yapan devşirme kalıntıları, vatan hainleri cephesinin unsurlarıydılar. ‘güçleri’ az değildi. Günümüzdeki torunlarına örnek oluşturmuşlardı.
 Bunlar, Boğaz’ın iki yakasındaki yalılarında, saray ya da yazlıklarında, sürdürmeye alışık oldukları gösterişli yaşamı yitirmemek ve işgali fırsat bilip daha çok geliştirmek için, herşeyi yapmaya hazırdılar. İşbirlikçiliğin tabanını oluşturan halktan kopuk bu insanların, sayıları az, ancak paraya ve işgalcilere dayanan ‘güçleri’ az değildi. Günümüzdeki torunlarına örnek oluşturmuşlardı.


Atatürk ve “İstanbul”

Atatürk İstanbul’un tarihten gelen karmaşık yapısını bilir. Kurduğu yeni devletin başkentini tüm olanaksızlıklara karşın, Anadolu’nun ortasına Ankara’ya aldı. Bu bir kaçış değil, kendi deyimiyle “İstanbul’u bir ibret dersi manzarası olarak karşısına alıp, uzakta ona hakim bir noktada durmaktı.”
1927 yılına dek İstanbul’a gelmedi. Bu kent, Cumhuriyet’in ilanı başta olmak üzere Ankara’nın tüm yenilik atılımlarına karşı çıkışın merkeziydi. 26 Temmuz 1924’te, “Bizans” olarak tanımladığı İstanbul’da geçerli olan ilişkiler ağından “pislik” diye söz eder ve Yakup Kadri’ye (Karaosmanoğlu) şunları yazar:

“İstanbul, karışık yapısını adeta kaçınılmaz bir yargı gibi her zaman korumuştur. Değişen; yalnızca devirler, zaman ve biçimdir. Onun için yeni zamanlarda İstanbul’un gerçek yüzü, içinde yaşayanlara ümitsizlik veren bir karmaşa olmuştur. Ümitsizlik onun içindedir ve bu doğaldır... Bir takım hizipler, karanlıklar içindeki bir çevrede, sinsi çıkarlar peşinde dolaşır. Satılmışların elindeki basın, durmadan kötülükler saçmaktadır. Bizans’ın gereği budur, ‘Bizans’ budur... Henüz yaşına basmayan Cumhuriyeti; kaç yüz, siz söyleyin kaç bin yıllık yönetim pisliğinin merkezi olan ve yüzeyde kalmayıp kaç bin yıllık derinliğe sinen pisliklerle iç içe yaşayan, bu yaşamı doğal hale getiren Bizans’la yönetmek (mümkün müdür? y.n.)... Aziz Kardeş! Cumhuriyet Bizans’ı adam edecektir. Cumhuriyet; pisliği, yalancılığı ve ahlaksızlığı huy edinmiş olması nedeniyle doğallığını, gerçek rengini ve paha biçilmez değerini yitiren Bizans’ı kesinlikle adam edecektir; doğallığına ve temiz haline döndürecektir. Bunu yapmak için uygulanacak yöntem, pisliklerle dolmuş toprakları derinden kazıyarak havaya uçurmak ve temizlemesi için Karadeniz’in bütün sularını dalgalarıyla birlikte Boğaziçi’ne akıtıp taşırmaktır”.24

Günümüz “İstanbul”u ve Devşirmeler

Kapıkulu-Devşirme anlayışı, Atatürk döneminde, duruma ayak uyduran bir biçime girmekte geç kalmadı. Hırsını ve tepkisini içinde saklayarak hemen Atatürkçü ve Cumhuriyetçi oldu! İşgal döneminde, Ankara’nın başarısız olması için elinden geleni yapmış, geleneksel davranışını göstererek yabancılarla bütünleşmişti. Bunlar, Atatürk ölene dek, karşıtlıklarını sessizce yürüttüler ve bir şey yapamadılar. Bir bölümü yurt dışına kaçmış ya da çıkarılmıştı. Yüzyıllardan beri, Anadolu’ya karşı ilk kez bu denli açık bir yenilgiye uğruyorlardı.

Atatürk’ten, özellikle de 1945’ten sonra, yabancı etkisinin Türkiye’de artmasıyla birlikte yeniden ortaya çıktılar. Dini siyasetin aracı yaptılar, saltanat ve hilafet kalıntıları olarak gizli-açık örgütlendiler. Dün, karaborsa ticaretiyle önemli servetler edinerek, savaş zengini oldular, bugün aynı işi devlet olanaklarıyla yapıyorlar. Uluslararası sermayeyle bütünleştiler ve Anadolu’nun etkisini yani Cumhuriyet düzenini ortadan kaldırdılar. Yeniden ülkenin egemenleri oldular. Bugün, ulusal varlık üzerindeki en büyük tehlike durumundadırlar. Türk ordusu 6 Ekim 1922’de İstanbul’u kurtardı ancak İstanbul bugün eski anlayışına geri döndü.

DİPNOTLAR

1       “Atatürk Hayatı ve Eseri” Y.Hikmet Bayur, Atatürk Araş. Mer., Tıp. Bas., Ank.-1997, sf.189
2       “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf.351
3       a.g.e. sf.341
4       “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” U. Kocatürk, T.İş Ban.Yay, sf.74
5       “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf. 352
6       “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Sena Matbaası, İstanbul-1980, sf.135
7       a.g.e. f.132
8       “Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği” B.G.Gaulis, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul-1999, sf.49
9       a.g.e. sf.49
10     a.g.e. sf.49
11     a.g.e. sf.49
12     “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Sena Mat., İst.-1980, sf.137
13     “Atatürk ve İstanbul’daki Çalışmaları” S. Borak, Kaynak Yay., 2. Bas., İst.-1998, sf.138
14     “La Guerre Turque Dans la Guerre Mondial” M.Larcher, sf. 270; ak. A. M.Şamsutdinov, “Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı Tarihi 1918-1923” Doğan Kitap, İstanbul-1999, sf.18
15     “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi K., 9.Bas., 1983, sf.351-352
16     a.g.e. sf.352
17     Hürriyet, 11.04.2005
18     “Ben de Yazdım” Celal Bayar, 5.Cilt, Sabah Kitapları, İst.-1997, sf.71
19     “İşgal Altında İstanbul” Bilge Criss, İletişim Yay., 3.Bas., 2000, sf.39
20     a.g.e. sf.39
21     “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Sena Mat., İstanbul-1980, sf.137
22     “Atatürk” Lord Kinros, Altın Kitaplar Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.169
23     “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf.366
24     “Zaman İçinde Bir Yolculuk” Attila İlhan, TRT/2 7.Kasım 2003 ve “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, Remzi Kitapevi, 8.Baskı, İstanbul-1983, 3.Cilt, sf.293

Kaynak: http://bit.ly/2kV7Kak











Türkiye'yi bu günlere getiren siyasileri tanıyalım. Gerçek Alparslan Türkeş kimdir?


Alparslan Türkeş'in bağlı olduğu Arusi tarikatı ve kripto yahudiler



Alparslan takma adını kullanan Kripto Yahudi Hüseyin Feyzullah Türkeş'in bağlı olduğu Arusilik, hak tarikatlardan biri olan Şazeli tarikatının koluydu. Bu tarikatı ve kollarını ele geçiren kripto Yahudiler, Arusiliği de aynı Mevlevilik gibi aslından kopardılar... Bâtıl bir ayara soktular. Sanatçı Çelik'in annesinin okuduğu sözde ihahilerle, kadın-erkek bir arada sözde zikirler yaptılar...

Arusiliğin son dönemdeki sözde şeyhlerinden Ömer Fevzi Mardin'in annesi bir Fransızdı... Türkeş'in hayatının bir çok zor anlarında Ömer Fevzi Mardin'in kritik yardımları oldu. Zaten sadece Türkeş değil bütün cemaat aynı zamanda gönüllü ajandılar. Amerika'nın CIA'i, İsrail'in Mossad'ı ve İngiliz istihbarat birimleri ile yakın bir ilişki içindeydiler...

Sadece bu bilgilerden yola çıkıp araştırdığınızda bile, Osmanlı'yı yıkanların ve yeni Türkiye Cumhuriyetini kuranların, Türkçülüğü ve Kürtçülüğü kuranların aslında hep Kripto Yahudiler ve Sabetaycılar olduğu gerçeğine ulaşmanız mümkün...

Dünya liderleri olan ülkelerin de desteklerini alarak, o ülkeleri idare eden Dünya Yahudi Konseyi'nin de desteğini alarak Türk milletini neredeyse tarihten sildiler. İslam'ı yasak edip Türkçülüğü bir din haline getirmek istediler. İslam'dan soyutlanmış bir Türkçülük gayreti içine girdiler.

Bakın; Annesi bir Fransız olan Arusi şeyhi(!)

Ömer Fevzi Mardin ve Evanjelist rahip Buchman Türkiye'nin Kore'ye asker göndermesinin "manevi" tarafını inşa etmişlerdi.

Şeyh(!) Mardin'in kitabının adı: "Kore Savunmasına Katılmamızda Dini ve Siyasi Zaruret." idi... Halbuki "Bizim Kore'de ne işimiz vardı?" sorusuna hala daha doğru düzgün cevap verebilen hiç kimse çıkmadı...

Evanjelist rahip Buchman, Sabetayistlerin Yakubi kolundan olan Ahmet Emin Yalman ve Fener Rum Patriği Atenagoras birlikte Eyüpsultan Camisi'ne gidip dua bile etmişlerdi.

Atenagoras Kuzey ve Güney Amerika başpiskoposu iken bir gecede Türk vatandaşı yapılarak ABD Başkanı Truman'ın özel uçağı ile İstanbul'a getirilip Fener Rum Patrikhanesi'nin başına oturtulmuştu.

Sabetayist başbakan Adnan (Ertekin) Menderes, Atenagoras'ın elini öpmüştü.

"Manevi Cihazlanma Derneği" Türkiye'de Ankara valiliğinin 11 Kasım 1966 tarih ve 6/7285 sayılı izniyle kamu yararına çalışan dernek statüsünde kuruldu.

Derneğin başkanı dönemin İstanbul valisi ve önde gelen masonlardan Prof. Fahrettin Kerim Gökay'dı.

Gökay, "İslami hassasiyetleri" ön planda olan, 11 Ekim 1951'de kurulan İlim Yayma Cemiyeti'nin de kurucuları arasındaydı. Derneğin diğer kurucularından biri Said Nursi'nin avukatı Seniyüddin Başak'ın olması herhalde tesadüftü. (?)

Bir başka tesadüf de, derneğe en büyük desteğin masonlar tarafından yapılmasıydı.

Tekrar günümüze dönelim.

Ilgaz Zorlu, Tempo dergisinde yayınlanan mülakatında şunları söylüyor:

"Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) tamamlandığında Türkiye'de adı demokrasi olan Sabataycı oligarşik yönetim hâkim olacaktır… Türkiye Sabataycıları ABD Musevi lobisinde önemli bir konumdadırlar. Türkiye Yahudilerinden daha güçlüdürler. Ayrıca devlet içindeki konumları ve örgütlenmeleri Yahudilerden daha kuvvetlidir… Sabataycıları bir arada tutan dini bir argüman değil, ortak çıkarlarıdır. Cemaat mensupları birbirlerini tanıdıklarında birbirlerine yardım ederler. Sabataycı olmayan birinin Sabataycı cemaatine girmesi mümkün değildir."

Yine, Arusiliğin diğer kripto Yahudi Şeyhi(!) Harun Kan'dı.. Harun Kan'ın gerçek adı; "Aaron Kanduyati” idi...

Aaron Kanduyati İspanya’dan Türkiye’ye göç etmiş Sefarad Yahudisi, 1931 yılında Çanakkale’nin Gelibolu İlçesinde doğuyor, daha sonra Istanbul’a geliyor ve İstanbul’a geldikten sonra müslümanlığı kabul etmiş görünüyor... Harun adını alıyor. Aaron Kanduyati Müslüman(!) olduktan sonra Arusi Tarikatı’nın şeyhi Aziz Çınar Efendi’ye bağlanıyor. Sadece Şeyhliği ele geçirmek isteyenleri değil bütün hepsi kendilerini Müslüman gösteriyorlar.

Artık, 1800'lerin başlarından beri İslam tarikatlarının içine sızan hatta bazılarını tamamen kontrolü altına alan kripto Yahudiler derhal deşifre edilmeliler... Özellikle bütün tarikat ve cemaatlerin yasaklandığı Cumhuriyet'in ilk devirlerinde hiç bir yasaklamaya tabi tutulmayan ve Genel Kurmay başkanı Fevzi Çakmak'ın bile dizinin dibine diz çöktüğü sözde Şeyh Küçük Hüseyin Efendi deşifre edilmelidir. Küçük Hüseyin Efendi'nin kendinden önceki şeyhi Feyzullah Efendi'dir. Türkeş'in babası da bu kripto yahudi sözde şeyhlere muhabbetinden dolayı Türkeş'in adını Hüseyin Feyzullah koymuştur. O ise meydana Alparslan takma adı ile çıkmıştır.

Ha, bu arada kimliğinde Musevi yazdığı halde Küçük Hüseyin Efendi'nin mezarı başında ölü bulunan ünlü iş adamı Üzeyir Garih'in neden cesedinin orada bulunduğu, kendisi bir Yahudi , küçük Hüseyin Efendi bir Müslüman şeyhi biliniyorken neden her hafta onun mezarını ziyarete gittiği de sorgulanmalıdır.

22 sene boyunca Genel Kurmay başkanlığı yapmış olan Fevzi Çakmak'ın öldükten sonra neden Küçük Hüseyin Efendi'nin mezarının yanıbaşına defin edildiği de, Çakmak'ın eşinin daha sağlığında evlerini neden Yahudi cemaatine hibe ettiği ve sinagog yapıldığı da araştırılmalıdır. Bunları araştırmak suç değildir. Aksine büyük bir vatan hizmetidir.

Bu sahte şeyhler deşifre edildiklerinde, bunların siyasi ve ideolojik uzantıları da zaten peşi sıra çorap söküğü gibi meydana çıkacaktır.

http://gercekalparslanturkes.blogspot.com.tr/2013/08/alparslan-turkesin-bagl-oldugu-arusi.html

Türkiye'ye Yapılan Tüm Kötülükleri, İhanetleri Unutmadık, Unutturmayacağız !









Bu milletin tek sahibi var: Kendisi!

Türk kuvvet ve zekasının yenmediği ve yenemeyeceği güçlük yoktur. [Mustafa Kemal Atatürk]

#1938denbugünü hazırlayanlar, dinleyin, Türk Varlığına kastenlerin sonu er geç, acı olmuştur.

Bizlerin Türk milletine, Türk cemiyetine, Türklüğün istikbaline ait ödevleri bitmemiştir. Biz onları herşeye rağmen tamamlayacağız. Bizden sonrakiler de bu sözü kendilerinden sonrakilere tekrar etsin. Türk Milletine Türk Cemiyetine, Türklüğün İstikbaline ait ödevler, Türk Varlığı için sonsuza değin yaşayacaktır !

.

TÜRKİYE'NİN NÜFUS YAPISI BOP KAPSAMINDA, BİLEREK ve KASITLI OLARAK DEĞİŞTİRİLİYOR

TÜRKİYE'NİN NÜFUS YAPISI BOP KAPSAMINDA, BİLEREK DEĞİŞTİRİLİYOR

Dünyanın en büyük mülteci akınına maruz kalan Türkiye'nin nüfus yapısı değişti. 3 milyondan fazla Suriyeli tüm dengeleri alt üst etti. Kilis'in yüzde 95'i artık Suriyeli… İstanbul'da ise yaklaşık yarım milyon Suriyeli yaşıyor. Üstelik bunlar sadece resmi rakamlar.

Ortadoğu'daki kriz en çok Türkiye'yi etkiledi. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında sahneye konan kan ve gözyaşı ülkemize terör ve mülteci akını olarak da yansıdı. Türkiye son yıllarda tarihin en büyük mülteci istilasına uğradı.

Suriyeliler başta olmak üzere Irak, Afganistan, Pakistan gibi ülkelerden yaklaşık 4 milyon mülteci Türkiye'de bulunuyor. Resmi rakamlara göre ise Türkiye'deki mülteci sayısı 2 milyon 969 bin.



Ortadoğu'daki kriz en çok Türkiye'yi etkiledi. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında sahneye konan kan ve gözyaşı ülkemize terör ve mülteci akını olarak da yansıdı. Türkiye son yıllarda tarihin en büyük mülteci istilasına uğradı.

Suriyeliler başta olmak üzere Irak, Afganistan, Pakistan gibi ülkelerden yaklaşık 4 milyon mülteci Türkiye'de bulunuyor. Resmi rakamlara göre ise Türkiye'deki mülteci sayısı 2 milyon 969 bin. İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü Suriyelilerin il il dağılımını açıkladı. 81 ildeki durumun ortaya konduğu istatistiklerde çapıcı sonuçlar yer alıyor.
En dikkat çekici sonuç ise Kilis'ten geldi. Suriye tarafından atılan roketlerle onlarca kişinin hayatını kaybettiği Kilis, kelimenin tam anlamıyla Suriyeli istilasına uğradı. Göç İdaresi Genel Müdürlüğü verilerine göre kent nüfusunun yüzde 95'i Suriyeli.
Resmi rakamlara göre kentin nüfusu 130 bin 825. Bu nüfusun 124 bin 481'i ise Suriyeli. Geriye ise sadece 6 bin 344 kişi kalıyor.
Kilis'in yerlisi kenti terk etti
Yüzde 95 gibi ezici çoğunluğu Suriyeli olan Kilis'e ait rakamlar tersten okunduğunda çarpıcı bir sonuç daha ortaya çıkıyor. Bu da Kentteki Türk vatandaşlarının tamamına yakının bölgeyi terk ettiği gerçeği.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre 2016 yılı nüfusu 128 bin 781 olan Kilis'te sadece 6 bin 344 Türk vatandaşı kaldı. Bu da kentin yüzde 95 oranında göç verdiğini ortaya koyuyor.
İstanbul'da yarım milyon Suriyeli var
Suriyelilerin 3 büyük ildeki oranlarına gelince. Yoğunluk İstanbul'da. İstanbul'da 479 bin 555 Suriyeli bulunuyor. Bu rakam kent nüfusunun yüzde 3.24'üne denk geliyor. Ancak yarım milyona yaklaşan oran Türkiye'de en çok Suriyelinin İstanbul'da olduğunu ortaya koyuyor.
Başkent Ankara'da ise 73 bin 198 Suriyeli var. Bu rakam kent nüfusunun yüzde 1.37'sine denk geliyor. İzmir'de ise 108 bin 888 Suriyeli var. Bu da İzmir nüfusunun yüzde 2.58'ini oluşturuyor.
16 ilde durum vahim!
İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü verilerine göre Suriyeliler Güneydoğu ve Akdeniz'de daha yoğun olarak bulunuyor.
İşte öne çıkan illerdeki Suriyeli nüfusu oranı.
1. Hatay: 384 bin 24 kişi (yüzde 24.69)
2. Şanlıurfa: 420 bin 532 kişi (yüzde 21.60)
3. Gaziantep: 329 bin 670 kişi (yüzde 16.70) 
4. Mardin: 94 bin 346 kişi (yüzde 11.85)
5. Osmaniye: 43 bin 773 kişi (yüzde 8.38)
6. Mersin: 146 bin 931 kişi (yüzde 8.28)
7. Kahramanmaraş: 90 bin 199 kişi (yüzde 8.11)
8. Adana: 150 bin 795 kişi (yüzde 685)
9. Kayseri: 58 bin 938 kişi (yüzde 4.34)
10. Adıyaman: 25 bin 631 (kişi yüzde 4.20)
11. Konya: 73 bin 745 kişi (yüzde 3.40)
12. Bursa: 106 bin 893 kişi (yüzde 3.68)
12. Batman: 19 bin 706 kişi (yüzde 3.42)
13. Burdur: 8 bin 82 kişi (yüzde 3.09)
14- Şırnak: 14 bin 416 kişi (yüzde 2.98)
15- Malatya: 21 bin 986 kişi (yüzde 2.81) 
16- Nevşehir: 6 bin 607 kişi (yüzde 2.27)
Kaynak:http://www.yenimesaj.com.tr/gundem/sok-aciklama-kilis-in-yuzde-95-i-suriyeli-h13042197.html




4 MİLYON SURİYELİ NEDEN KABUL EDİLDİ - YURTTAŞLIK HAKKI

[Editörün notu: BİR PLANI OLMAYAN, BAŞKALARININ PLANININ BİR PARÇASI OLUR!"]

"Yapılmaya çalışılan, güncel politikanın sınırlarını aşan ve doğrudan ulusal varlığa yönelen yıkıcı bir eylemdir. “İnsani duygularla”, “mazluma yardımla” bir ilgisi yoktur.

"Suriyeliler, Türk yaşam biçimine uyumsuz gelenekleriyle, kültürel bozulmanın taşıyıcıları olacaklardır. Suriyelilere verilen ayrıcalıklar vatandaş olsalar de sürecek, koloniler halinde ülkenin değişik yörelerinde yaşayacaklardır. Bu insanlardan, kültürel düzeyi düşük, eğitimsiz bir azınlık kitlesi yaratılacaktır.

"Bu büyük kitle örgütlenmeye başlayacak ve anadilde eğitim adıyla Arapça eğitim isteyecektir. Bu istek, müfredata Arapça dersi koyarak Türk milli eğitimini Araplaştırma yönünde büyük adımlar atan AKP tarafından yerine getirilecektir.

"Musul ve Kerkük Kürtleşirken Anadolu Araplaşmaktadır. Suriyelilere vatandaşlık düşüncesi, Osmanlı’dan miras kalan ve Anadolu Türklüğünü ayrıştırmaya yönelen gözükara ve akıldışı bir tasarımdır. Anadolu’da binlerce yılda oluşan Türkleşme sürecine darbe vurmaktır.



Dört milyon Suriyeliye yani küçük bir ülke nüfusu kadar insana, yurttaşlık hakkı verilmek isteniyor; bir kısmına verildi.

Dünya tarihinde; birçok savaş, işgal ve zora dayalı göç yaşandı. Ancak, en yoğun göçlerde bile, bu kadar insan bu kadar kısa sürede; bir ülkeden başka bir ülkeye göç etmedi. Hiçbir ülke, bu kadar yoğun bir göçü kabul etmedi. Ülkesi ne denli büyük olursa olsun hiçbir devlet, bu kadar insanı içine almadı.

Hükümet, sığınmacılara vatandaşlık verilmesinde ayak diretirse, altından kalkamayacağı bir işe girişmiş olacak ve Türkiye’ye büyük zarar verecektir. Bu çılgın girişimin kuşkusuz bir nedeni vardır. Yapılmaya çalışılan, güncel politikanın sınırlarını aşan ve doğrudan ulusal varlığa yönelen yıkıcı bir eylemdir. “İnsani duygularla”, “mazluma yardımla” bir ilgisi yoktur. Musul ve Kerkük Kürtleşirken Anadolu Araplaşmaktadır. Suriyelilere vatandaşlık düşüncesi, Osmanlı’dan miras kalan ve Anadolu Türklüğünü ayrıştırmaya yönelen gözükara ve akıldışı bir tasarımdır. Anadolu’da binlerce yılda oluşan Türkleşme sürecine darbe vurmaktır.

Açıklama

Recep Tayyip Erdoğan, 3 Temmuz 2016 günü Kilis’te yaptığı konuşmada, Suriyeliler için “kardeşlerim” tanımını kullandı ve “Kardeşlerimizin içerisinde inanıyorum ki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak isteyenler var. Bakanlığımız oluşturduğu bir ofisle takip etmek suretiyle bu kardeşlerimize bu yardımı, bu desteği yaparak, onlara vatandaşlık imkanını vereceğiz” dedi.1

Doğal Tepki

Açıklama, Türk halkının geniş bir kesimi tarafından tepkiyle karşılandı. Tepki yaygındı ama açıklamanın arkasındaki gerçek yeterince bilinmiyordu. Muhalefet partilerinden doyurucu bir açıklama ve tepki gelmiyor, az sayıda ulusçu aydının yaptığı sağlıklı değerlendirmeler ise halka ulaşmıyordu.

Yandaş basının yorum ve değerlendirmeleri, her zaman olduğu gibi çok geri ve çok ilkeldi. Tepki gösterenlere saldırılıyor; “Rusya’dan 200 bin nataşayı vatandaş yapsak sevinirdiniz” ya da “Müslümanlar yerine ateistleri mi vatandaş yapalım” gibi bilimsel! açıklamalar yapılıyordu.

Vatandaş Olmak

Vatandaşlık, yalnızca hükümet politikalarına bağlı, yasal düzenlemelerle sağlanacak bir kavram değildir. İstemle, maddi güçle ya da kısa sürelere sıkıştırılan devlet uygulamalarıyla elde edilemez. Vatandaşlık kavramı, uzun dönemlerden geçerek tarihsel süreçler içinde olgunlaşan duygu ve düşünce birliği üzerinde oluşur. Bu yakınlaşma, toplumun ruhsal yapısını biçimlendirir ve kuşaktan kuşağa geçen kalıtlar bütünü olarak milletin özyapısını belirler. Yurttaşlık kavramıyla tanımlanan ruhi şekillenme birliği; dil birliği, toprak birliği ve ekonomik çıkar birliğinden sonra, toplumları ulus yapan dört temel koşuldan biridir.

Yabancıyı vatandaş yapmak, uluslaşmış ülkelerin yöneticileri tarafından çok dikkatlice ele aldıkları, nicel artışlara asla izin vermedikleri bir konudur. Kabul edecekleri az sayıdaki yabancıyı, uzun süre toplumun değerleri yönünde eğitirler yani asimile ederler, sonra vatandaş yaparlar. Bu işin; demokrasiyle, insan haklarıyla değil, ulusal varlığın korunmasıyla ilgili bir sorun olduğunu bilirler. Ulusal varlığı ayakta tutan değerlere uyum göstermeyen yapılanmalara yani farklı kültürlerin siyasi topluluklar oluşturmasına izin vermezler. Toplumsal karmaşaya yol açacak böyle bir girişimin, feodalizme geri dönüş anlamına geldiğinin bilirler.

Yeni “Vatandaşlar”

Hükümet’in açıklamasına göre, bugün Türkiye’de 2 milyon 720 bin Suriyeli sığınmacı yaşıyor. Recep Tayyip Erdoğan’ın açıkladığı 170 bin Irak’lı sığınmacıyla bu sayı, 2 milyon 890 bine yükseliyor.

Ayrıca Türkiye’de doğan Suriyeli çocuk sayısı, 214 bine ulaştığı biliniyor (Şubat 2017). Avrupa Birliği’yle yapılan Geri Kabul Anlaşması nedeniyle Türkiye’ye gönderilmesi planlanan, yaklaşık 1 milyon kaçak göçmende eklenirse, sığınmacı sayısı 4 milyona yaklaşıyor.2

Yıkıcı Siyaset

Türk siyasetine egemen olan anlayış, 2002 yılından bugüne dek, dönemler içinde git-geller olsa da, gerçek amacını gizlemedi. 14 yıl boyunca sayısız siyasi zikzak yaptı ama bir konuda tutumunu değiştirmedi. Atatürk’e ve devrimlerine karşı nefret duydu ve kurduğu Cumhuriyet’i ortadan kaldırarak, yerine ‘Osmanlı nizamını’ getirmek için yılmadan mücadele etti. 2023’ü, hedefine ulaşma yılı olarak belirledi ve yapacaklarını 63 başlıktan oluşan bir program haline getirerek adım adım uyguladı. Uygulamaları sürdürüyor.

Başörtüsüyle başlayan mücadele, siyasi güç arttıkça çeşitlendi. Eğitim’den Diyanet’e, İmam-Hatip kurslarından üniversitelere, kamu çalışanlarından dış siyasete dek; topluma biçim veren hemen her alanda, laikliğe karşıt dinci bir siyaset yürütüldü. Türk toplumu Sunnileştirilip Araplaştırılmaya çalışıldı.
Suriyelilerin kabul edilip vatandaşlık hakkı verilmesi, sürdürülen siyasetin tehlikeli bir adımıdır. Anadolu’daki Türk varlığının, yalnızca bugününe değil geleceğine de yönelen yıkıcı bir girişimdir. Başkanlık referandumu bu girişimin en üst aşamasıdır.

Araplaşma Adımları

Bugün, Diyanet’e üniversitelerin tümüne verilen kadar ödenek ayrılıyor; öğretmenden çok imam yetiştiriliyor. “Dindar ve kindar nesil” yetiştirmek için eğitim sisteminin hedef kitlesi 3 yaşa kadar indi. Kuran kursları ve 3 yaştan itibaren öğrenci kabul eden kreş görünümlü sıbyan mektepleri, okul öncesi eğitime alternatif olma yolunda hızla ilerliyor. Diyanet’in 4-6 yaş grubu kuran kursları, her türlü denetimden uzak “tarikat kaynakları” olarak çığ gibi büyüyor.

AKP’nin Arap ülkeleriyle, özellikle Suudi Arabistan’la kurduğu ilişkiler, Cumhuriyet politikalarını ters yüz ediyor ve Osmanlı’nın kavm-i necip (üstün ırk) anlayışı üzerine oturuyor.

Dış Siyaset

Arap ülkeleriyle 2002’de başlayan ilişki geliştirme süreci, akçalı ilişkilerle başlayıp siyasi ve kültürel anlaşmalarla sürdürüldü. Abdullah Gül, Şubat 2009’da Suudi Arabistan’a gittiğinde; “Turizm İşbirliği Mutabakat Zaptı” ile Suud Üniversitesi, TÜBİTAK, İstanbul Teknoloji Üniversitesi arasında bir “Bilim ve Teknoloji Alanında İşbirliği Protokolü”! imzaladı.

Suudi Arabistan’a Aralık 2015’te, Cumhurbaşkanı olarak bu kez Recep Tayyip Erdoğan, gitti ve iki ülke arasında, “Stratejik İşbirliği Konseyi” adıyla bir yapının kurulmasını öngören anlaşmaya imza attı. Bölge sorunlarına karşı ortak davranmayı öngören bu anlaşmanın, “ikili ilişkilerin kurumsallaşmasını” sağlayacak önemli bir adım olduğu açıklandı.

Suudi Kralı Selman, 11 Nisan 2016’da Ankara’ya geldi ve şimdiye dek hiçbir devlet başkanına yapılmayan özel bir protokolle karşılandı. Dışişleri Bakanlığı, bu uygulamanın eleştirilmesi üzerine “krallar kral gibi karşılanır” diye garip bir açıklama yaptı.3

Osmanlı'da Araplaşma

1.Selim (Yavuz), hilafeti getirip dini egemenlik aracı olarak kullanmaya başlayınca, Sunni inancına bağlı Araplaşma toplumda siyasi güç haline geldi. Kimlik yozlaşmasına direnen Türkler ise (Türkmenler, Aleviler ve Yörükler) baskı gördüler ve kırıma uğradılar. Atatürk döneminde olması gereken biçime dönüştürülen Türk-Arap ilişkisi, bugün AKP’yle birlikte yeniden eski anlayışa döndü ve Arapçılık hortlatıldı.

Suriyeli Ayrıcalığı

Suriyeli göçmenlere, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarından daha ileri haklar verilmiş ve ayrıcalıklı bir kitle haline getirilmiştir. Yalnızca onların yararlandığı sağlık birimleri oluşturulmuş, hastahanelerden yararlandırılmış ve ücretsiz ilaç almaları sağlanmıştır. Pasaport yerine geçen bir kart verilmiş, bu kartla pirim desteği alarak çalışmaları kabul edilmiştir. Türkçe bilmeyenler dahil, KPSS sınavına girmeden özel sınavla devlet memuru olmaları sağlanmıştır.

İlk aşamada 100 bin Suriyelinin kamu kuruluşlarında işe alınacağı açıklanmıştır. Değişik sektörlerdeki işletmelerde, Suriyeli çalışan kontenjanları oluşturulmuştur. Üniversitelere sınavsız alınmakta, Türk öğrencilere geri ödemek koşuluyla aylık 400 YTL kredi verilirken, Suriyeli öğrencilere 1200 YTL karşılıksız burs verilmektedir.

Olacaklar

Dört milyon Arap, Anadolu’nun değişik bölgelerine, bir plan dahilinde ve topluluk halinde yerleştirilmiş ve kimliklerini korumaları sağlanmıştır. Kent varoşlarında Suriyeli mahalleleri oluşmaktadır. Kırsal alanda yerleştirildikleri yöreler, genellikle Alevi yurttaşlarımızın yaşadığı yerler olmaktadır.

Suriyeliler, Türk yaşam biçimine uyumsuz gelenekleriyle, kültürel bozulmanın taşıyıcıları olacaklardır. Suriyelilere verilen ayrıcalıklar vatandaş olsalar de sürecek, koloniler halinde ülkenin değişik yörelerinde yaşayacaklardır. Bu insanlardan, kültürel düzeyi düşük, eğitimsiz bir azınlık kitlesi yaratılacaktır.

Bu büyük kitle örgütlenmeye başlayacak ve anadilde eğitim adıyla Arapça eğitim isteyecektir. Bu istek, müfredata Arapça dersi koyarak Türk milli eğitimini Araplaştırma yönünde büyük adımlar atan AKP tarafından yerine getirilecektir.

Diyanet, Suriyelilerle yeni bir Sunni kitle bulacak ve bu kitleyi amaçları yönünde kullanacaktır. Diyanet İşleri Başkanlığı, şimdiden, Türkiye’ye gelen bin Suriyeliyi “alim ve ilahiyatçı” kabul etmiştir. Bunların; “tarih, tefsir, hadis” gibi konularda Türkiye’ye katkı yapacağını açıklamış, vatandaşlığa geçirilmelerinin geciktirilmemesini istemiştir.

Sığınmacılar, yurttaşlık hakkı aldıktan sonra örgütlenecek ve giderek artan isteklerde bulunarak, yurt dışıyla bağlantılı siyasi çalışmalar içine gireceklerdir. Bu eğilimin ön uygulamaları şimdiden başlamıştır.

Türkiye’de yaşayan Arapların partileşme çalışmalarını yürüten Beyt Nahreyn Arap-Arami Birliği adlı örgütün sözcüsü Mim Yavuz Binbay; Türkiye’de 8 milyon Arap ve Arami yaşadığını ve diğer halklar gibi “anadilde eğitim” hakkı başta olmak üzere, tüm hakların verilmesini istedi. Binbay, ayrıca, Aralık ayında gerçekleştirdikleri konferansın ardından partileşme kararı aldıklarını, partileşme çalışmalarını yürütmek üzere bir komisyon kurduklarını açıkladı.

Metin Aydoğan

DİPNOTLAR
1 “Suriyeli Göçmenlere Vatandaşlık Hakkı Geliyor!” politikmotto.com
2 “Türkiye’nin Yeni Seçmenleri: Suriyeliler” www.hurriyet.com.tr
3 “Yeni Türkiye-Suudi İttifakı” www.dw.com
4 “Türkiye’de Araplar Partileşiyor” t24.com.tr


.

''HAYIR'' DEMEZSENİZ NE OLACAK?

YAZININ TAMAMINI OKUYUN SAKLAYIN VE PAYLAŞIN..

Mehmet Faraç 'In yazısı...

''HAYIR'' DEMEZSENİZ NE OLACAK?

Memleketin giderek kangrenleşen sosyo-ekonomik koşulları liboş numaracılığına prim vermediği için, “evet” tayfasındaki referandum telaşı da gittikçe büyüyor...

İşte bu dönemde, AKP cenahı ve işbirlikçilerinin tek propaganda söylemleri “hayır” cephesine yönelik “terörist” suçlamaları da değil artık...

Özellikle kararsız kitlelere yönelik dört koldan kuşatma, bulgur-pirinç sömürüsü, yandaş medya yalanları, tehditler ve uyduruk anket tuzaklarına rağmen de kitlelerde zafer algısı yaratılamıyor...

Yani referandum tuzağıyla cumhuriyete son darbeyi vurmak isteyenler büyük şaşkınlık içindeler...

Halk inanmıyor çünkü “evet” propagandalarının temelsiz ve takiyeci söylemlerine...

Ve de AKP’liler, 15 yıl sonra alacakları en büyük darbenin iktidar tükenişini başlatacağının pekala farkındalar...

Baksanıza; iktidarın devlet olanaklarını pervasızca kullanması, bürokrasinin siyaset uşağı haline getirilmesi, işbirlikçi MHP yönetimindeki şaşkınlık ve bindirilmiş kıtalarla yapılan mitinglere rağmen umut verici bir manzara yaratılamıyor...

Unutmayınız ki; kim ne derse desin, memleketin ahval ve şeraiti de her halükarda şamar vuruyor takiyeyle dayatılan zavallı evetçiliğe!..

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, önceki akşam Show TV, Habertürk ve Bloomberg HT ortak canlı yayınında yaptığı açıklamalar da şaşkın AKP çevrelerine moral vermekten öteye gidemedi... Dedi ki Erdoğan;

“Şu anda ibre yükselişte... Daha iyi olacağı kanaatindeyim. Çünkü ‘Hayır’ diyenler neden ‘Hayır’ dediklerinin izahını yapamıyorlar. Ellerinde buna yönelik veri yok.”

CHP’DEN NET UYARILAR...

Eminim Erdoğan’ın “en iyi savunma taarruzdur” deyişine sığınarak yaptığı yukarıdaki açıklamaları duyanlar kahkaha atmaktan da kurtulamamıştır...

Aksine savunanlara sormak lazım; Erdoğan “hayır” oyları hızla yükselirken, muhalefetin, “AKP ‘evet’in gerekçelerini anlatamıyor” şeklindeki savunmasını neden taklit etti acaba?..

Çünkü “evet” tayfası; devlet olanakları, medya pohpohçuluğu ve bıktırıcı anket yalanlarıyla kendilerini kandırmaya devam ederken, “hayır”lı gerekçeler toplumu uyandırmaya devam ediyor...

O halde iyisi mi Erdoğan’ın “hayır dediklerinin izahını yapamıyorlar” yanıltmasına CHP’nin hazırladığı “Hayır demezseniz ne olacak” broşürüyle yanıt verelim de, millet tüm gerçekleri ayrıntılı ve anlaşılır biçimde öğreniversin...

İşte 16 Nisan’da dayatılacak tehlikenin tüm adımlarını net biçimde anlatan “hayır”ın 20 gerekçesi;

| Tek adam rejimi kurulacak, tek adam her şey olacak, devletin tümüne hükmedecek. Bir kişi başkan seçilecek ve o kişi hem hükümet hem Meclis hem de mahkeme olacak.

| Başkan aynı zamanda bir partinin genel başkanı olacak.

| O partinin genel başkanı hâkimleri atayacak. Kararname adı altında kanun yapabilecek. Seçtiğin meclisi fesih edebilecek.

| Tek adam orduya emir verecek.

Seçtiğin milletvekillerinin hiçbir hükmü kalmayacak. Sözünü kimse dinlemeyecek. (Yani mebuslar vitrin mankeni olacak...)

| Almanya, Fransa, İngiltere, ABD, Japonya gibi değil, Suriye, Libya, Mısır, İran, Kuzey Kore, Uganda gibi bir ülkede yaşayacaksın. (Memleket muasır medeniyet hedefinden hızla uzaklaşacak...)

| Rejim değişecek. Sadece adı Cumhuriyet olacak. (Kurtuluş Savaşı’nın ardından kurulan Atatürk’ün emanetinden belki de eser kalmayacak) Gerçekte krallık gibi her şey bir kişinin elinde olacak. Demokrasi kalmayacak.

| Başkan sokakta bir kişiyi öldürse, 400 milletvekili izin vermezse mahkemeye çıkarılamayacak.

| Başkan ve yardımcıları ile bakanları yolsuzluk yapsa, yetim hakkı yese, devlet malına el uzatsa dahi 400 milletvekili izin vermezse mahkemeye çıkarılamayacak.

| Başkan kendini ve bakanlarını mahkemeye çıkarma girişiminde bulunan meclisi fesih edebilecek.

PARTİ DEVLETİNE DOĞRU...

“Hayır’ın aşağıda sıralanan diğer gerekçeleri de memleketin 16 Nisan’da nasıl bir uçuruma sürüklenmek istendiğini net biçimde anlatıyor...

Herkesin anlayacağı şekilde sıralanan bu gerekçeler büyük tehlikeyi algılamayanları gaflet uykusundan uyandırmayıda amaçlıyor;

- Hâkimler ve savcılar başkanın sözünden çıkamayacak. Başkan hak hukuk tanımaz, zorba biriyse seni koruyacak hiç kimse olmayacak.

| Tek adam karar verdiğinden belirsizlik hakim olacak. Ekonomi tek adamın keyfine göre vereceği kararlara kurban edilecek. Kriz, iflaslar, işsizlik ve yoksullukla birlikte çöküş gelecek.

| Asgari ücreti, fiyatları, maaşları, işçi memur alımlarını, dernek sendika kurulması ve kapatılmasını, her şeyi tek adam belirleyecek.

| Tek adam kimsenin aklına ihtiyaç duymayacağından, devlet ve toplum hayatında danışma, ortak akıl, uzlaşma gibi yöntemler olmayacak. Çatışma, kutuplaşma ve terör için en uygun zemin oluşacak. Çatışma ve terör artacak.

| 5 yılda bir sandığa gidip bir başkan bir de onun partisinin çoğunlukta olduğu Meclis’i seçeceksin. Bir dahaki seçime kadar sana kimse bir şey sormayacak. Seçtiğin milletvekili de başkanı kontrol edemeyecek, senin hakkını koruyamayacak.

| Başbakan olmayacak. Bakanlar sadece başkana karşı sorumlu olacak, Meclis’e karşı sorumlu olmayacak. Seçtiğin milletvekilleri bakanlardan ve bürokratlardan hizmet yapmasını isteyemeyecek, hesap soramayacak.

| Camiye, kışlaya, adliyeye siyaset girecek. Buraların hepsi, ‘başkanın partisine’ göre düzenlenecek.

| Devlet parti devleti olacak. Başkan senin partinden değilse devlet kapısında yerin olmayacak.

| Başkan isterse devlet kurumlarını bölgelere ayırarak ülkenin bölünmesine neden olabilecek.

| Başkan, padişahlarda dahi olmayan, Atatürk’e bile verilmeyen yetkilere sahip olacak.

Aydınlık - 29.3.2017

Mehmet Faraç

MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...