CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR
Öyküler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Öyküler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Atatürk'ü duygulandıran katıksız ve temiz Anadolu çocuğu Mehmet

Başbuğ Atatürk, yurtiçi gezilerinin birinde Kolordu binasının kapısında aslan yapılı bir Mehmetçik gördü. Çağırdı ve güler yüzle sordu:

-Sen güreş bilir misin?
Mehmetçiğin “bilirim Paşa’m” cevabı üzerine, yanındakilerden en kuvvetli görünenlerle Mehmetçiği güreştirdi. Genç asker, her güreşte üstün geliyordu. Atatürk çok neşelendi, ayağa fırladı. Ceketini çıkarıp Mehmet'e ense tuttu:

-Haydi, bir de benimle güreş. Beni de yenebilir misin..
Katıksız ve temiz Anadolu çocuğu, Ata'sının yüzüne hayranlıkla baktı:

-Ata’m, senin sırtını yedi düvel yere getiremedi, bir Mehmet mi bu işi başarır.. dedi.
Ata’nın gözleri doldu ve ağlamamak için gülmeye çalıştı, Mehmetçiği alnından öptü.

Tahsin UZER
(Kaynak: Millet Dergisi, 1946)


YAŞANMIŞ BİR OLAY

Fransa"da çok meşhur bir sözlük vardır; Larousse

Bu sözlükte bir kelime var; ""décapiter""...

Bu kelime, 1931 yılındaki sözlükte; ""boynunu vurmak"" diye ifade ediliyor.

Kelimenin bir başka anlamı daha var; ""Kazığa oturtmak"", yani sivri bir kazık hazırlamak ve kazığın bir ucu insanların ağzından çıkacak şekilde üzerine oturtmak. Vahşi bir uygulama.

Burada, kazığa oturtmak deyiminin manasını açıklığa kavuşturmak için örnek veriliyor:

""Türkler, bugün bile esirlerini kazığa oturturlar.""

Atatürk bunu öğrenince, Fransız Büyükelçisi"ni yemeğe davet ediyor.

Elçi, diğer elçilere böbürleniyor, hava atıyor; Atatürk tarafından davet edildiği için.

Köşke geliyor, yemekler yeniyor.

Atatürk tabii bir şekilde, Elçiye bu kelimenin anlamını soruyor. O da bildiği anlamı söylüyor.

Atatürk; ""Kelimenin başka bir anlamı var mı?"" diye sorunca, Büyükelçi; ""Bunu söylemek için sözlüğe bakmam gerekir"" diyor.

Atatürk; daha önce hazırlamış olduğu ve çalışanlarına öğütlediği şekilde Larouse"u getirtip, Büyükelçinin önüne koyduruyor.

Elçi, daha işin nereye kadar gideceğinin farkında olmadan hevesle okumaya başlıyor. Ancak kelimenin karşısında ""kazığa oturtmak"" konusunda verilen örnek cümleye gelince, ancak yarıya kadar okuyabiliyor ve yarısından sonra yutkunarak Atatürk"ün yüzüne bakıyor.

Atatürk diyor ki: ""Demek ki biz Türkler; bugün de esirlerlerimizi kazığa oturtuyoruz öyle mi, öyle mi sayın Sefir? Sözlüğünüze böyle yazmışsınız, bu doğru mu?""

Sefir, hemen sözlüğü biraz karıştırıyor ve bir kaçamak noktası bularak diyor ki; ""Efendim bu sözlük; Katolik Kilisesi"nin matbaasında basılmış, bildiğiniz gibi biz laik ülkeyiz, kilisenin yaptıklarının bizim hükümetimizle bir ilgisi yok. Bizi ilgilendirmez ve biz kiliseye karışamayız.""

Atatürk: ""Öyle mi efendim, siz laik bir ülke olduğunuz için demek ki kiliselere karışamıyorsunuz. Öyleyse ben de yarından itibaren İstanbul"daki kiliselerin kapılarına koca birer kilit astırıyorum"" diyor.

Bunu duyan Sefir, birden ayağa kalkıyor ve; ""Ekselans, protesto ederiz"" diyor.

Bunun üzerine Atatürk; ""Hani sizi ilgilendirmiyordu, karışmıyordunuz?"" diyor ve ilgililere dönerek; ""Sefire yolu gösterin"" diyerek, bir anlamda onu kovuyor.

Sonra ne mi oluyor?

Tabii Fransız hükümeti; laiklik söylemlerini bir tarafa bırakıyor, hemen o sözlük toplatılıyor ve yeni baskısında o cümle çıkarılıyor.

Bu muhteşem tavır;

- Askerimizin başına çuval geçirildiğinde sessiz kalan,

- Karakollarımıza komşu bir ülkeden saldırılar düzenlenip şehitler verdiğimizde, harekete geçmeden önce icazet almak için okyanus ötesine giden,

- Fuarlarda, ülkemizin bir bölümünü kurdukları kukla devletin parçası olarak gösteren haritalar asanlarla, hala resmi temaslarda bulunan değerli yöneticilerimize ve

- 85 yılda, nerelerden nerelere geldiğimizi hala göremeyen aziz vatandaşlarımıza ithaf olunur…

.

Atatürk'ü Ağlatan Ağaç

Ankara, Kurtuluş Savaş’ımızın eşsiz önderine kollarını açtığı günlerde, Çankaya’dan şehre inen yol üzerinde tek bir iğde ağacı varmış; ağaç olarak. Mustafa Kemal, o ağacın önünden geçerken her sefer, yanındakilere gösterir o iğde ağacını, “Bak" dermiş, "Bu benim iğde ağacım”. Bu sevgiyi bilmeyenler, haberli olmayanlar, bir gün yolu genişletmek amacıyla iğde ağacını kesmişler.

Ve Mustafa Kemal onu selamlamak üzere başını çevirdiğinde ağacın yerini bomboş görmüş. Heyecanla “Ne oldu benim ağacıma” diye sormuş. Kesildiğini öğrendiği zaman da iki elini yüzüne kapayarak ağlamaya başlamış.

Bugün koca bozkırın ortasında binlerce ağacın yeşerip göverdiği bir Ankara ve bir Gazi Orman Çiftliği varsa eğer, bunu Mustafa Kemal’ in o günkü gözyaşlarına borçluyuz. Bir iğde ağacı yerine bir orman, binlerce ağaç, binlerce sevgi.

Atatürk'ün Savanora Hakkında Dedikleri

Atatürk' ün İstanbul' daki mutluluklarından biri Florya' yı keşfetmesi oldu. Birkaç gidip gelmeden sonra buradaki plajı canlandırmaya karar verdi. Deniz köşkü, alaturka deniz hamamı gibi birşeydi. Atatürk denize o kadar ihtiraslı bağlanmıştı ki yıllarca yaz aylarını adeta su içinde geçirdi. Yüzme ve kürek idmanları yapar ve burada da halktan ayrılmazdı. İlk projeye göre Atatürk Köşkü kumsalın sonundaki bir tepecik üstüne yapılacaktı, aşağıda da bir banyo yeri hazırlanacaktı. Kalabalıktan uzaklaşmayı istemedi. Yine ilk projeye göre demiryolu geriye alınacaktı:

Canım, dedi. Ankara' da dağ başında yaşıyorum, İstanbul' da Saraya hapsoluyorum; bırakın burada gelenleri gidenleri, hiç olmassa tren gürültüsü duyayım.

Son zamanlarda Şile' yi görmüş, pek sevmişti yaşasaydı orasını da canlandıracaktı.

Büyükçe tekne olarak emrinde Ertuğrul Yatı vardı. Marmara için yapılmış bu yatla bir defa Karadeniz' e çıkmıştı. Sert bir havada yat az daha batıyordu. Memleket kıyılarını dolaşmak üzere İstanbul' dan uzaklaşınca Denizyolları' nın bir yolcu gemisini seferden alıkoymak gerekiyordu. İşte Atatürk' e yeni bir yat alınması bu gereksinimden doğmuştu.

Amerikalı bir milyoner kadının yaptırmış olduğu Savarona, ileri sürülen bir düşünceye göre Amerika' ya sokulmadığı için, ucuza almıştı. Planlarını görmüş ve yatı çok beğenmişti. Ne yazık ki yat geldği zaman Atatürk'ün ölümcül bir hastalığı vardı. Pek sevdiği bu yatta çok zamanı yatakta geçirdi. Bir gün şöyle dedi:

-Bir çocuk oyuncağını bekler gibi bu yatı beklemiştim. Mezarım mı olacak bu tekne benim?

Atatürk' ü ölüm yatağına Savarona' daki kamarasından bir koltuğun içinde ancak götürebildiler. Yat Dolmabahçe Sarayı önünde boynunu bükerek Atatürk'ü boşuna bekledi.

Süngü tak! Yere yat!

Düşman 18 Mart 1915' te donanma saldırısında başarısızlığa uğraması üzerine karadan zorlama yapmak üzerine boğaz dışındaki adalara yığınak yapmaya koyuldu. Bu haber alındıktan sonra 22 Mart 1915' te Çanakkale bölgesinde beşinci ordu kuruldu. Bütün kuvvetler ordu emrindeydi.

Ordu onbeşinci kolorduyu Maydos çevresinde bırakarak 19. tümeni 19 Nisan' da yedek alarak Biga' ya geldi. 25 Nisan 1915' te tanyeri ağarırken Arıburnu ve Seddülbahir bölgesine ilk düşman birlikleri çıktı. Arıburnu' na cıkan kuvvet gözetleme taburunu püskürterek, sonradan Kemalyeri adı verilen yere kadar ilerledi burada arkasından koşup gelen 27. Türk alayı ile karşılaştı.

Düşman çıkarmasını haber alan Mustafa Kemal, Conkbayırı yönünde yürüyen düşmana karşı ordudan emir almayı beklemeden kuvvetlerini harekete geçirdi. Birliklerine kendisi yol bularak Kocaçimen tepesine vardı. Askerlerine orada kısa bir dinlenme vererek, Alata gidilmediği için yanındakilerle yaya olarak Conkbayırına geldi. Orada cephaneleri bittiği için ve düşmanca kovalanan bir gözetleme bölüğüne rastladı:

- Niçin kaçıyorsunuz? Dedi.




- Efendim düşman...

- Nerede düşman?

- İşte... diye 261 rakımlı tepeyi gösterdi.

Gerçekten de düşman birinci avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaşmış, serbestçe ilerliyordu. Askerleri dinlenmeleri için bırakmış ve düşman da bu tepeye gelmişti. Düşman ona kendi askerlerinden daha yakındı. Bulunduğu yere gelseler kuvvetleri pek kötü duruma düşeceklerdi. O zaman bir mantıkla mı yoksa içgüdüsel olarak mı bilinmez kaçan erlere:

- Düşmandan kaçılmaz, dedi.

- Cephanemiz kalmadı, dediler.

- Cephanemiz yoksa süngümüz var, dedi. Ve bağırarak:

- Süngü tak! Dedi. Yere yatırdı. Aynı zamanda Conkbayırı' na doğru ilerleyen piyade alayı ile Cebel bataryasının erlerini marşla bulunduğu yere gelmeleri için emir subayını yoladı. Erler yere yatınca, düşmanda yere yatmıştı. İşte savaşın kazanıldığı an bu andı...

ÇANAKKALE GEÇİLMEZ

10 Ağustos 1915. Conkbayırı' nı almak ve bütün boğaza hakim olmak için
İngilizler 20.000 kişilik bir kuvvetle günlerce kazdıkları siperlere
yerleşmişler, hücum anını bekliyorlardı. Gecenin karanlığı tamamen kalkmış, tan
ağarmak üzereydi. 8. tümen komutanı ve diğer subaylarını çağırdım:

- Mutlaka düşmanı yeneceğinize inanıyorum ancak siz acele etmeyin, evvela ben
ileri gideyim, size ben kırbacımla işaret vediğim zaman hep birlikte
atılırsınız. Bu durumdan askerlerini de haberdar etmelerini istedim. Hücüm
baskın şeklinde olacaktı. Sakin adımlarla ve süzülerek düşmana 20-30 metre
yaklaştım. Binlerce askerin bulunduğu Conkbayırı' ndan ses çıkmıyordu. Dudaklar
sessizce bu sıcak gecede dua ediyordu. Kontrol ettim. Kırbacımı başımın üstüne
kaldırıp çevirdim ve birden aşağı indirdim. Saat 4.30 da kıyametler kopmuştu.
İngilizler neye uğradıklarını şaşırmıştı. ^^Allah Allah^^ sesleri bütün
cephelerde, karanlıkta gökleri yıkıyordu.

Her taraf duman içinde ve heyecan her yere hakim olmuştu. Düşmanın topçu ateşi
büyük çukurlar açıyor, her tarafa şarapnel ve kurşun yağıyordu. Büyük bir
şarapnel parçası tam kalbimin üzerine çarptı, sarsıldım, elimi göğsüme götürdüm,
kan akmıyordu. Olayı Yarbay Servet Bey'den başka kimse görmemişti. Ona
parmağımla susmasını emrettim. Çünkü vurulduğumun duyulması bütün cephelerde
panik yaratabilirdi. Kalbimin üzerinde bulunan saat param parça olmuştu. O gün
akşama kadar birliklerin başında daha hırslı olarak çarpmıştım. Yalnız bu
şarapnel vücudumla kalbimin üzerinde aylarca gitmeyen derin bir kan lekesi
bırakmıştı.

Aynı günün gecesi, yani 10 Ağustos günü, beni mutlak ölümden kurtaran ve
parçalanan saatimi Ordu Komutanı Liman von Sanders Paşa' ya hatıra olarak
verdim. Çok şaşırmış, heyecanlanmıştı. Kendisi de alıp cep saatini bana hediye
etti. Bu hücumlarda İngilizler binlerce ölü bırakarak tamamen geri çekildi ve
Çanakkale' nin geçilmeyeceğini iyice anlamış oldular.

Yeni yazıyı uygulama hususunda Falih Rıfkı'yı şaşırtan Atatürk'ün tespiti

Atatürk 1928 yılı Haziran' ında, yeni Türk Alfabesi' nin tespiti ile ilgili bir komisyon kurulmasını istedi. Çalışmaların
sonucu olan alfabeyi Ata'ya Falih Rıfkı Atay getirdi. Atatürk bunları uzun uzun inceledi ve sordu:

- Yeni yazıyı uygulamak için ne düşündünüz?

Falih Rıfkı:

- Bir onbeş yıllık uzun, bir de beş yıllık kısa süreli iki öneri
var dedi.

Öneri sahiplerine göre ilk zamanlar iki yazı bir arada öğrenilecekti. Gazeteler
yarım sütundan başlayarak yavaş yavaş yeni yazılı kısmı artıracaklardı. Daireler
ve yüksek okullar içinde bazı yöntemler düşünülmüştü. Atatürk Falih Rıfkı'ya
baktı:

-Bu, ya üç ayda olur ya da hiç olmaz, dedi.

Hayli radikal bir devrimci iken Falih Rıfkı dahi şaşırmış ve bakakalmıştı.
Atatürk devam etti ve:

- Çocuğum, dedi, gazetelerde yarım sütun eski yazı kaldığı zaman dahi herkes bu
eski yazılı parçayı okuyacaktır. İşte bu yüzden olmaz, dedi.

Mısır'da bağımsızlık davası için çalışan liderlerden biri, Mustafa Kemal'i görmeye gelmişti

Birgün Müslüman memleketlerinden birinde (Mısır'da) bağımsızlık davası için
çalışan liderlerden biri, Mustafa Kemal'i görmeye gelmişti. Kendisine:

-"Bizim hareketin de başına geçmek istemez misiniz?" diye sordu.

Olabilecek şey değildi ama insan yoklamalarını pek seven Mustafa Kemal:

-"Yarım milyonunuz bu uğurda ölür mü?" diye sordu.

Adamcağız yüzüne bakakaldı.

-"Fakat Paşa Hazretleri yarım milyonumuzun ölmesine ne lüzum var? Başımızda siz
olacaksınız ya..."

-"Benimle olmaz beyefendi hazretleri, yalnız benimle olmaz. Ne vakit halkınızın
yarım milyonu ölmeye karar verirse, o zaman gelip beni ararsınız."

Atatürk'ün bahçe mimarı Mevlüt Baysal anlatıyor

Çankaya Köşkü'nün bahçesini yapıyordum. Bir gün Atatürk, yaveri ve ben bahçede
dolaşıyorduk. Çok ihtiyar ve geniş bir ağaç Ata'nın geçeceği yolu kapatıyordu.
Ağacın bir yanı dik bir sırt, diğer yanı suyu çekilmiş bir havuzdu. Ata, havuz
tarafındaki kısma yaslanarak karşıya geçti. Derhal atıldım: 
- Emrederseniz derhal keselim Paşam!

Bir an yüzüme baktı, sonra:

- Yahu, dedi, sen hayatında böyle bir ağaç yetiştirdin mi ki keseceksin!

Atatürk'ün duygusal bir öyküsü

Gazi Çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rasladık. Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu.

- Merhaba nine

Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;

- Merhaba dedi.

- Nereden gelip nereye gidiyorsun? Kadın şöyle bir duralayıp,

- Neden sordun ki, dedi. Buraların sabısı mısın? Yoksa bekçisi mi?

Paşa gülümsedi.

- Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin? Kadın başını salladı.

- Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği kavruk köylerinden birindeyim. Bizim mıhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim.

- Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?

- Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da.... Benim iki oğlum gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Bende gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı Angaraya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey.

- Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı? Kadını birden yüzü sertleşti.

- Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki... O bizim vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gavur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol paşam! Demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşayı bulacağım yeri deyiver. Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek,

- Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır... Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu. Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum anacığım dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor.

Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk'e uzattı;

- Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm.

Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi.

Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi;

"Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun."

Ataturk'un En sevdigi hikayelerdenmis. Arada kendi anlatir, arada baskasna anlattirir, hep gulermis.

Ataturk'un En sevdigi hikayelerdenmis. Arada kendi anlatir, arada baskasna anlattirir, hep gulermis.

Yesilayci bir profesor bir konferans veriyor. Bir ara dinleyicilere sormus:

"Bir esegin onune iki kova koysaniz. Biri su dolu, biri raki. Hangisini icer?"

Cevabi kendi veriyor: "Tabii suyu."

Gene bitirmiyor soruyor: "Neden?"

Arkadan bir bekri soz aliyor. Yuksek sesle cevapliyor.

"Esekliginden."

Ataturk bu cevaba bayiliyor. Guluyor, guluyor.

Bir aksam Orman ciftliginde yaninda erkani, acik havada oturuyorlar.

Rakilarini yudumluyorlar. Biraz ilerde 15-16 yaslarinda bir ciftci cocuk calisiyor. Ataturk el edip, cagiriyor. Soruyor:

"Soyle cocuk: Bir esegin onune iki kova koysan. Biri raki dolu, biri su. Hangisini icer?"

Anadolu tosunu yutkunuyor. Bakiyor. Gazi Pasa Hazretlerinin ve yanindaki muhterem zevatin onunde raki kadehleri. Devletin en buyukleri...Esas vaziyetine geciyor:

"Rakiyi kumandanim!"

Ataturk kahkahayi basiyor. Herkes saskin. Ata onlara donuyor. Muzip:

"Aman beyler! Neden diye sormayin!"
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...