CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

arayış


CHP içinde yeniden yapısallaşmaya benzer bir gelişme olurken, toplumsal sorunların nasıl çözülebileceği konusunda ilgililerin dikkatine sunmak istediğim birkaç temel bilimsel noktayı aşağıda vurgulamak istedim.
Sorunlar yumağından çıkılabilinmesi için bilimsel verilere dayalı bir çözüm formülü vardır, ama bu formül maalesef ilgililerce bilinmemektedir. İlgililer bilgisiz olunca da, hiçbir şey yapılamamaktadır. Bu nedenle bu çözüm formülünün ilgililere duyurulması için ne gerekiyorsa yapılması en acil işlem olmak zorundadır. Bunun için aşağıda sunulan bu formülü bizzat değerlendirip, bir yanlışlık veya hata bulamadığınız takdirde, tanıdığınız medya mensuplarına, siyasilere, yakınlarınız ve tanıdıklarınıza, vs. ulaştırmanız çocuklarınıza ve geleceğinize yapacağınız en büyük hizmet olacaktır.
Prof. Dr. İsmet Gedik
Sorunlarımız, nedeni ve çözümü
Özet
İnsanların bilmesi ve anlaması gereken en önemli nokta şudur: Hayat neden doğum-ölüm üzerine oturtulmuştur ve bu bağlamda yaşamdan amacımız nedir? Bu sorunun yanıtı henüz hiç bir felsefeci, sosyal bilimci, biyolog veya tıpçı tarafından verilememiştir. Dolayısıyla felsefeciler, sosyal bilimciler, siyasetciler, biyologlar vs. henüz hayatın anlamını anlayabilmiş değillerdir. Hayatın anlamını anlayamamış bu insanların, toplum hayatını yönlendirmeye kalkışmaları insanlığın sorunlar yumağı içine sokulmasının temel nedenidir.
Hayatın anlamı, zaman kavramının anlamıyla bağlantılıdır, çünkü hayat=ömür; ömür ise zamanın bir dilimidir. Dolayısıyla hayatın anlamına ulaşmak için, Zaman nedir? Nasıl oluşur? sorusunun cevabını bilmek gerekir. Bu sorunun yanıtı Genel Jeoloji Gedik 2008a adlı ders kitabında (ve de Gedik 2008b: Doğadaki oluşum mekanizması ile insanlığın sorunlarının çözüm yolu adlı kitapta) verilmiştir.
Doğada bir şeyin nasıl oluşturulacağının temel bilgileri, dinamik sistemler fiziği ile ortaya konulmuştur: information & self-organisation! Bu nedenledir ki, insan bedenini oluşturan hücreler, çok iyi koşan, çok iyi koku alan, çok iyi gören, vs. değil, çok iyi yorumlar yapabilen bir beyin yapısallaşmasını tercih etmişler ve çok az sayıda veriden muazzam senaryolar üretebilen bir yapısallaşma ortaya koymuşlardır. Bu nedenle de insanlık çok çeşitli felsefeler ve düşünceler ortaya koymaktadır.
Biz insanların görevi, karın doyurmayan hayali senaryolar üretmek değil, toplumsal yaşamımızı kolaylaştıracak sistemler oluşturmaktır. Gerisi hikayedir.
Doğadaki oluşum ve yönetim mekanizmasının, sosyal konularda ayrı, doğa-bilimsel konularda ayrı olduğu gibi bir düşünce insanlar arasında yaygındır. Bu nedenle insanların çoğu şöyle düşünür: Doğa bilimsel yöntemler ayrıdır, sosyal bilimsel yöntemler ayrıdır.
İşte insanların yanılgısı burada başlar. Şöyle ki: aşağıda gösterileceği gibi, bedenlerimizin davranışı tamamen hücrelerin yapısallaşmasına bağlıdır. Toplum hayatı da bedenlerimizin davranışına bağlı olduğuna göre, toplum hayatı da temelde hücresel yapısallaşmaya bağlanmış olur.
Hücrelerin davranışları ise, onların bağımlı oldukları atom-molekül düzeyindeki enerji aktarımlarına bağlıdır. (Bu konuda hazırladığım özel bir makale 2-3 hafta içinde isteyenlere gönderilebilir.) Atomlardan moleküllere > hücrelere > vs. doğru uzanan oluşum ve gelişim mekanizmasının enformasyon & self-organisation sistemiyle oluşturulup-yönlendirildiği göz önüne alındığında, toplum hayatının da aynı sistemde yapısallaştırılmasının gerekli olduğu sonucu kaçınılmaz olur.
Siyasi partiler arasında toplumsal sorunların çözümü konusunda bir yarış vardır. İşsizlik bunların başında gelmektedir. Dünyada işsizlik soruna yaşamayan hiç bir ülke yoktur. Bazı ülkelerde daha az bazı ülkelerde daha çok işsizlik vardır. Ama hepsinde vardır. Peki işsizlik sorunu nasıl çözülür?
Şimdi information & self-organisation ilkeleri çerçevesinde bu sorunun çözümünü kısaca özetleyelim.
1- Doğada her şey bilgi ile yapılabilinmektedir.
2- Bilgi varlıkların yapısal dokusal durumlarında değişiklikler olarak kayıt altına alınmaktadır. Yani bir şey öğrenildiğinde, hücrelerimizin yapısal-dokusal durumlarında değişiklikler gerçekleşmektedir. (Sinapslar oluşmakta-değişmekte, yeni proteinler yapılmakta, vs)
3- Tüm varlıklar bir şey yapabilmek için enerjiye gerek duyar. Tüm enerjiler de kuantum dediğimiz en küçük enerji öğelerine bağımlıdırlar. Kuantum dediğimiz bu en temel enerji öğeleri, sürekli hareketlidirler-canlıdırlar ve hep en ekonomik yapısal unsurlara akarlar. (Bu nedenle su hep potansiyel enerji düzeyinin fazla olduğu yerden, az olduğu yere (aşağıya) doğru akar.)
4- Bu nedenle doğada tüm varlıklar arasında en ekonomik sistemli yapılar oluşturma yarışları vardır ve hayat bu nedenle doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulmuştur.
5- Konu toplumsal yapısallaşma olduğuna göre, en iyi toplumsal yapısallaşmayı oluşturan devletler daha iyi durumda olacaklardır, çünkü para toplumsal hayatın enerji birimidir ve hep en ekonomik sistemlere akar.
6- Doğu bölgelerimizi kalkındırmak için oralara fabrikalar kurmalıyız görüşü hatalıdır, çünkü kuracağınız fabrika üreteceği ürünü en ekonomik sistemde üretmek zorundadır; aksi takdirde ürün pahalıya mal olunca, insanlar pahalı ürünü almayı değil, daha ucuzunu almaya yönelecekler, bu da kaçakçılık denilen sistemi doğuracaktır.
7- Dolayısıyla geri kalmışlık ancak ve ancak, o yörede yaşayan insanları eğitmekle mümkündür, çünkü eğitimli insan bilgili insan demektir; bilgili insan ise, bulunduğu çevrede neyi nasıl yaparsa, daha rahat bir yaşam düzeyine ulaşabileceği bilgisine sahip insan demektir. Eğitilmiş insanlar, yaşadıkları çevre koşullarında neler yapılırsa durumlarının daha iyiye gideceğini görebilen insanlardır. Dahası, eğitimli insan, toplumsal hayatın karşılıklı hizmet alışverişine, dolayısıyla karşılıklı anlaşıp-uzlaşma derecesine bağlı olduğunu bilen insandır. Eğitimsiz insanlar ise, sorunlarının çözümünü başkalarından bekleyen insanlardır.
8- Dünyada gelişmiş tüm ülkeler, gelişmişliklerini insanlarına verdikleri eğitim düzeylerine borçludurlar. Her toplum ne ekerse onu biçecektir. Çünkü doğadaki tüm oluşum ve gelişimler information & self-organisation = bilgi edin ve o bilgiye göre örgütlen genel prensibi dahilinde gerçekleşmektedir. Bilgi edinilerek örgütlenmenin (yani toplumsal birliktelikler oluşturmanın) nedeni ise, rahatlama olayıdır. Yalnız başına yaşayan bir insan tüm gereksinimlerini kendisi karşılamak zorundadır. Buğday yetiştirecek, değirmen yapıp un öğütecek, fırın yapıp ekmek pişirecek; maden (demir, bakır, vs) bulacak, bu madenleri elde edecek yüksek fırınlar yapacak, bu madenleri işleyecek atölyeler yapıp kap-kacak, kazan, tencere üretecek; yiyeceği etleri sağlayacak hayvanları yetiştirecek, giyeceği elbiseleri yapacak pamuk üretecek, pamuktan iplik yapacak tezgahı, iplikten kumaş yapacak atölyeyi, vs, vs. 24 saatlik günlük bir döngü ile sınırlanan hayatta bu işleri yapmaya hiçbir insan yetişemez; bunları yapacak ne zamanı ne de bilgi kapasitesi vardır. Hakbuki toplumsal bir hayat sistemi içinde yaşayan bir insan bu görevlerden sadece birini yapar ve ürününü (veya hizmetini) diğer insanlarınkiyle takas ederek daha rahat bir yaşam düzeyine kavuşur. Toplum hayatının böyle oluşup geliştiği ve insanlara bu tanımıyla belletilmesi gerektiği Gedik 2008de ıspatlanmıştır.
9- Eğitim ana ve ilk okullarda başlar. Eğitimde verilmesi gereken en önemli bilgi ise, insanların neden toplumsal birliktelikler oluşturmak zorunda olduğu; toplum oluşturmanın karşılıklı savaşlarla değil, karşılıklı anlaşıp-uzlaşmalarla (hizmet alış-verişleriyle) gerçekleştiğidir. Bu nedenle ekilen bilgilerin ürüne dönüşmesi, en az bir nesil gerektirir. Dolayısıyla bir ülkenin kalkınması, en az bir nesil gerektirir. Seçim yasalarında dikkate alınması gereken bir husus da bu olmalıdır.
Tüm siyasetçilere ve sorunlarımıza çözüm arayanlara duyurulur.

A- Sorunlarımız
Günümüzde toplumumuzu derinden etkileyen sorunların en önemlilerini önce kısaca sıralayalım:
1- Toplumsal sistemde komplolar kurulması, cinayetler işlenmesi, darbeler yapılması, vs.
2- Yargıyı, eğitim güvenlik, vs. sistemlerini etki altına alma çabaları;
3- İnsanların sağ-sol, laik-şeriatçı, alevi-sünni, türk-kürt, vs. gibi kutuplaşmalara bölünmesi;
4- Devlet denetiminde bulunan fabrikaların özelleştirilmeleri sonucu fabrikalarda çalışanların işsiz duruma düşmeleri; kısaca işçi-işveren ilişkileri
5- Büyük bir çoğunluğun geçimini sağlayacak bir işi olmaması;
6- Öğrencilerin ve gençlerin sınavlarda başarısız olmaları ve istedikleri bir mesleğe kavuşamamaları;
7- Vs.

B- Neden(ler)i
Şimdi bu sorunları tek tek ele alıp, her birinin nedenini saptamaya çalışalım.
1- Tarih boyunca cinayetler, darbeler oluşması, komplolar kurulması.
İster faili belli olsun, ister olmasın, tüm siyasi cinayetler, komplolar, vs. iktidar dediğimiz devlet yönetimini ele geçirme mücadelelerinden kaynaklanırlar. Geçmiş tarihimize bakalım:
- Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey, amcası Dündar Beyi rakip gördüğünden onu öldürtür. Yerine oğlu Orhan Bey geçer,
- Orhan Beyden sonra tahta geçen 1. Murat hem oğlunu, hem kardeşini öldürten ilk padişah olarak bilinir. Kardeşleri İbrahim ve Halil ile oğlu Savcı Beyi öldürtmüştür.
- Yerine geçen Yıldırım Beyazıt, kardeşi Şehzade Yakupu öldürtür.
- Ondan sonra, kardeşlerini öldürterek tahta çıkan 1.Mehmet olmuştur.
- Ondan sonra tahta geçen 2. Murat amcası Mustafa Çelebiyi ve kardeşleri Ahmet, Yusuf ve Mahmutu boğdurtmuştur.
- Ondan sonra tahta geçen 2. Mehmet (Fatih), kundaktaki kardeşi Ahmeti boğdurtmuştur.
- Ondan sonra tahta geçen Yıldırım Beyazıt, Kardeşi Cem Sultanı öldürtür (Taht kavgasını kaybeden Cem, İtalyaya kaçar; Yıldırım Beyazıt da, Papa Alexandre Borgiaya 300 000 altın vererek, Cem Sultanı öldürtür (1495); cesedi Bursaya getirtilir.)
- Kardeşler (ve yakın kan-bağı olanlar) arasındaki iktidarı ele geçirme mücadeleleri bu şekilde devam ederken, Osmanlı Devletinin son yıllarına doğru, iktidarı ele geçirme mücadelesine saray erkânı ve askeri güç mensupları da dâhil olur. Padişahlara, sadrazamlara darbeler yapılarak iktidara sahip olma mücadeleleri devam eder.
- Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulmasıyla birlikte, asil-soyluluğa dayandırılan babadan oğula iktidar hakkı yerine, Cumhuriyet denilen halkın sahipliğine dayandırılan yeni bir devlet-yönetimi anlayışı oluşturulması çabaları başlar.
- Devlet yönetimini ele geçirme mücadeleleri bu yeni sistemde de devam eder; karşılıklı suikastlar gündemden eksilmez.
- Partili demokratik sisteme geçişle birlikte, halk farklı görüşlere bölünür ve iktidar mücadelesi halk arasına kadar indirgenir. Her bir siyasi parti devlet bürokrasisi içine kendi yandaşlarını yerleştirmeye başlar. Siyasi cinayet şebekesi zincirleri oluşur. Bu tür mücadeleler nedeniyle Sabahattin Aliler, Abdi İpekçiler, Turan Dursunlar, Doğan Özler, Uğur Mumcular, Gün Sazaklar hayatlarını kaybederler. İktidarı ele geçirme çabaları çeşitli komplolar düzenlenmesi, darbe planları yapılması vs. şeklinde hala devam etmektedir. Üstelik günümüzdeki bu iktidar savaşları, sadece ulusal düzeyde değil, uluslar-arası düzeyde gerçekleşmektedir, çünkü insanlığın çıkarları artık ulusal sınırları aşmış, uluslar-arası bir düzeye ulaşmıştır. Ülkemizde son yarım asır içinde işlenen cinayetler ve kurulan komplolarda yabancı güçlerin parmağı bir yana, resmen elleri-kolları vardır.
Uzatmaya gerek yok, iktidarı ele geçirmek için ilgililer arasında cinayetler işlenmesi, tarih boyunca hep olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Bu tür mücadeleler, sadece ülkemizde değil, dünyanın her yerinde, her ülkesinde olmaktadır. İktidarı ele geçirmek gibi bir hedefin yanlışlığının nerden kaynaklandığını, yani bu kısır döngüden nasıl çıkılabileceği konusunu (çözüm yolunu), diğer sorunların nedenlerini de ortaya koyduktan sonra, ortak bir çözüm formülü ile vereceğiz.
2- Yargıyı, eğitim sistemini, vs. etki altına alma çabaları: yukarıda açıklanan, iktidarı ele geçirme mücadelelerinin bir başka ayağını oluşturur. Çözümü yukarıdaki sorunla beraber olacaktır.

3- Şimdi diğer soruna geçelim: İnsanların sağ-sol, laik-şeriatçı, alevi-sünni, türk-kürt, vs. gibi kutuplaşmalara bölünmesi olayı.
Bu durum, demokrasi denilen ve halkın idareyi ele alması olarak tanımlanabilinecek sistemin ortaya çıkmasıyla yaygınlaşan bir toplumsal sorundur. Asil-soyluluğa dayalı babadan oğula aktarılan yönetim hakkı, demokratik sistemlerde, particilik denilen farklı görüş sahipliğine yerini bırakır. Bunun sonucu, halk farklı görüşlere bölünmek durumunda kalır. Bu farklı görüşler, kâh sağcı-solcu, kâh laik-şeriatçı gibi farklı gruplaşma oluşumlarına yol açar. Etnik bölünmelerin nedeni de, lider, şıh-şeyh gibi tepede bulunan kişilerin yönlendirmeleri ve yandaş sahibi olmaya çalışmaları sonucu ortaya çıkarlar, yani halka gösterilen hedeflere göre, halkın farklı yönlenmelere gitmesi olayı söz konusudur. Hâlbuki hayat, daha rahat bir duruma ulaşabilme mücadelesinden oluşur ve daha rahat bir duruma nasıl ulaşılacağı, çözüm formülünde verilecektir.

4- Devlet denetiminde bulunan fabrikaların özelleştirilmeleri sonucu fabrikalarda çalışanların işsiz duruma düşmeleri (işçi-işveren ilişkileri).
Son çeyrek asır içinde, devlet yönetiminde olan işletmelerin, özel sektör işletmeleri karşısında gittikçe başarısızlığa düşmeleri nedeniyle, dünya genelinde, devlet sektörleri bu tür işletmeciliklerden çekilmeye ve işletmeleri özel sektörlere satmaya yönelmişlerdir ve özelleştirme denilen işlemler dünyada yaygınlaşmaya başlamıştır.
Acaba özel işletmeler neden devlet sektörüne bağlı işletmelerden daha verimli olmuşlardır? Burada önemli olan konu bu sorunun yanıtını bulmak ve ona göre davranmaktır.
Dünyamızda her şey sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir ve tüm işletmeler dünyadaki bu değişim-dönüşümleri dikkate alarak kendilerini yeniden re-organize etmek durumundadırlar. Özel işletmelerde, fabrikanın sahibi işletmesini yenilemek, dünya koşullarına uydurma konusunda, devlet işletmelerine göre, daha avantajlıdır, çünkü olayları takip edip, gereken önlemleri hemen alabilir. Hâlbuki devlete bağlı bir işletmede, müdür tepedekilerden müsaade isteyecektir; bürokrasi çarkı çok yavaş işler. Ayrıca tepedekiler demokratik seçimler nedeniyle sık-sık değişecektir. Her yeni gelen işlere uyum sağlayana kadar, atı-alan Üsküdarı geçmiş olur ve işletme zarar edecek duruma düşer.
Peki, günümüzde uygulandığı şekliyle özelleştirme yapılması doğru mu? Tekel işçileri olayında olduğu gibi, işçiler zararlı duruma düşmüyor mu? Bu konuyla yakından ilgili diğer sorun da şu: İşçi-işveren ilişkileri nasıl olmalı, grev-lokavt gibi hayatı ve toplumu kötü yönde etkileyen olaylar nasıl önlenir?
Bu soruların yanıtı bizi olayların özüne ve gerçeğe götürür. Doğadaki oluşumlarda, oluşturma ve sahiplenme erki hangi taraftadır, kimdedir? Hangi taraf hangi tarafa bağımlı olmak durumundadır? Bu sorunun yanıtı da, diğer tüm sorunların yanıtlarını içeren çözüm formülünde verilecektir.

5- Halkın büyük bir çoğunluğun geçimini sağlayacak bir işi olmaması; ve
6- Öğrencilerin ve gençlerin sınavlarda başarısız olmaları ve istedikleri bir mesleğe kavuşamamaları konularının nedeni, çözüm formülü içinde verilecektir.

C- Çözüm
Her şey bir sistem sorundur. Sistem kavramından şunun anlaşılması gerekir: Doğada işler nasıl yürür? Ne neye, kim kime bağımlı olarak gelişir? Yani dünyada ilk defa tavuk mu yumurtadan çıkmıştır, yoksa yumurta mı tavuktan çıkmıştır?
Geleneksel düşünce sistemine göre, tavuk da, yumurta da, kendileri dışında olan bir güç sistemi tarafından oluşturulup yönlendirilmektedir, ki buna doğa veya Allah denilmiş ve tüm varlıkların dışında bir güç sistemi olarak kabul edilmiştir. Son asır içinde gerçekleştirilen fizik deneyleri ve araştırmaları ise, doğadaki tüm güç sistemlerinin, damlaya damlaya göl olur prensibi uyarınca, varlıkların en temel bileşenleri olan kuantsal enerji öğelerinin birleşmeleri ile ortaya çıktığını, maddenin en küçük bileşenlerinin ölü-cansız varlıklar değil, tersine saniyede 1030 lar mertebesinde değişim-dönüşüme uğradıklarını, karşılıklı olarak evrensel ölçekte birbirleriyle haberleşip, enerji alış-verişlerinde bulunduklarını, hep daha rahat bir duruma geçme çabası içinde olduklarını, bu nedenle de önce atomlar şeklinde kümeleşmeler yaptıklarını, sonra moleküller şeklinde kümeleşmelere geçtiklerini, daha sonra hücreler şeklinde üst-sistemler oluşturduklarını, vs. ortaya koymuştur. Tüm bu alt-sistem üst-sistem oluşumlarında, her şey en tabandaki kuantsal enerji öğelerine bağımlıdırlar, çünkü doğadaki tüm enerjilerin kaynağını bu temel öğeler oluşturur. Bu konularda ayrıntılı bilgiler "Doğadaki oluşum mekanizmasıyla insanlığın sorunlarının çözüm yolu" (Okyanus Yayınları-İstanbul; dağıtım: D&R ve www.idefix.com veya www.kitapyurdu.com) adlı eserde bulunmaktadır.
Şimdi bedenimizle hücrelerimiz arası ilişkiye bir göz atarak, üst-sistemlerin neden alt-sistemlere bağlı olduğunu görelim.

Arkadaşınız hasta ve ateşi var. Ateşini sürekli takip etmek için de koluna dijital bir termometre bağladınız ve her an ateşini ölçüyorsunuz. Onu rahatlatmak ve ortamın streslerinden uzaklaştırmak için piknik yapmaya karar verip orman kıyısındaki çimenler üzerinde sofra kurdunuz. Afiyetle yemeklerinizi yediniz. Mideleriniz tam doldu ve bedeninizdeki tüm kan aşırı faaliyet göstermek zorunda olan sindirim sistemi hücrelerine tahsis edildi. Diğer organlarından kan çekilince bedeninizde bir gevşeme duygusu, yorgunluk hissetmeye başladınız. Tam böylesine rahatladığınız ve gevşediğiniz anda, ormanın kenarından bir vahşi ayının size doğru yaklaştığını gördünüz.
Bakın şimdi ne olur. Siz daha akıl ve mantığınızı kullanıp, neyi nasıl yapmanız gerekir şeklinde bir düşünme sistemi içine girmeden, bedeninizdeki Hypothalamus-Pitiutary-Adrenal = HPA- ekseni harekete geçer.
Bir tehlike olduğunu fark eden Hypothalamus (H) hücreleri hemen, pitiutary (P) salgı bezini uyarır ve alarm vermesini söyler Bunun üzerine pitiutary (P) kan dolaşım sistemine adrenocorticotropic hormones (ACTH) salgılar. Bu mesajı alan böbrek-üstü-adrenal (A) bezi, kaçmak veya savaşmak konusunda bedenin karar vermesi için gerekli ayarlamalara başlar.
Sindirim sistemi organlarına tahsis edilen kan hemen geri çekilir; beyne ve kas hücrelerine yönlendirilir. Çünkü o an çalışması gereken bu iki sistemdir, tüm enerji onlara tahsis edilmelidir. Bu arada gözünüz arkadaşınızın kolundaki termometreye takıldı ve 1 dakika önce 39 derece olan ateşinin o anda 37 dereceye düşmüş olduğunu fark etti!
Peki ne oldu da arkadaşınızın ateşi aniden düşüverdi?
Bedenlerimizin sahipleri olan hücrelerimiz, tehlike anında tüm güçlerin tek bir amaç için harcanması gerektiğini çok iyi bildiklerinden, iç-güvenlikte (bağışıklık sisteminde) görev yapan hücrelerin görevlerini askıya alarak, enerji harcamasını durdurmalarını isterler. Bunun gereği için de Thymus (T) bezine sinyal gönderilerek bağışıklık sistemi faaliyetlerini durdur mesajı verilir.
Yani tehlike alarmı verilen bir bedende, o an grip, nezle, vs. gibi bir iç-savaş varsa, o savaşı yürüten bağışıklık sistemi hücreleri hemen enerji harcamasını durdururlar. Ateşi olan bir insanın ateşi düşer! Beyin tam faaliyetle çalışır ve kaçmak mı, yoksa savaşmak mı gerekiyor konusunda bir karar alınır. Yani çok önemli konularda bilinç-altı dediğimiz hücresel etkileşim sistemi devreye girer.
Şimdi bilinç ve bilinçaltı ayrımının nasıl oluştuğunu açıklayalım.
Bizler yeni bir şey öğrenirken epey zorlanırız. Örneğin araba kullanması olayına bakalım. Öğrenilmesi gereken işlev 5 tanedir. Gaz, fren, debriyaj, vites değiştirme ve direksiyon kontrolü. Bu 5 farklı faktörü el, ayak ve gözlerimizle birbirleriyle uyumlu olacak şekilde kontrol edebildiğimizde, araba kullanma denilen şeyi öğrenmiş oluruz. Dikkat edilmesi gereken konu sadece 5 faktör olmasına karşın, bu 5 faktörü birbiriyle uyumlu olacak şekilde davranmayı ancak aylar süren çabalar sonucu öğreniriz. (Hâlbuki hücrelerin dikkate alıp değerlendirmeleri gereken faktörler binlercedir!) Öğrenme olayı gerçekleştikten sonra, sık sık araba kullanmaya başladıysak, artık hiç zorluk çekmeyiz; arabaya biner binmez araba çalıştırılır ve hiç düşünmemize gerek kalmadan araba uygun vitese konur, gaz verilir ve istenilen yöne gidilir. Tüm bu işlemler yapılırken artık kişinin dikkatini bu olaylara ayırması gerekmez. Kişi yanındaki bir arkadaşı ile değişik konular üzerinde sohbet edebilir. Yani kişinin bilinci başka konular ile meşgul iken, kişi otomatik olarak arabayı kullanır. İşte bu durumda, araba kullanma olayı öğrenilmiş ve otomatik sisteme aktarılmış, sabitleştirilmiş olunur. Bu otomatik sistem ise bilinç-altı sistemidir ve sabitleştirme işlemi, belli kimyasal moleküllerin oluşturulmasıyla yapılır. Yani her yeni bir şey öğrendiğimizde, bedenimizde belli molekül düzenlemeleri gerçekleşir.
Yaşamımızda sık sık yaptığımız tüm eylemler hücrelerimiz tarafından alışkanlık dediğimiz otomatikleşmiş-sabitleştirilmiş bilinçaltı sistemine alınırlar.
Yıllardır oturduğunuz evinizde bir değişiklik yapıp, içe doğru açılan bir kapıyı dışa doğru olacak şekilde değiştirdiğinizi düşünün. Bu değişikliği yaptıktan sonra, günlerce o kapıya gelip açmaya çalıştığınızda, kapıyı önce kendinize doğru çekmeye kalkışırsınız, çünkü beyninizdeki hücreler böyle bir otomatik alışkanlık devresi oluşturmuşlardır. Bu alışkanlık devresinin kaldırılıp, yerine yeni bir devre oluşturulması, haftalar sürer. Ama hücreler değişim-dönüşüm içinde olan bir doğada yaşadıklarını bildiklerinden, eski alışkanlıklara dayalı olarak oluşturulmuş otomatik-sabit devreleri de, yeni uygulama sonucu, bu yeni duruma uyacak şekilde düzenlerler.
Özetleyecek olursak, biz insanların bilinci 4-5 faktörü ancak değerlendirip bunları birbirleriyle uyumlu olacak bir sırada işleme koymayı zar-zor becerirken, hücrelerimiz on binlerce faktörü aynı anda değerlendirip, birkaç salise içinde bir sonuca varabilmektedirler. Yani bizlerin tüm işlerini, tüm sorunlarını gerçekte bedenimiz içindeki hücrelerimiz üstlenip, onlar yapmaktadırlar.
Sonuç: Doğada her şey içindeki bileşenlerine bağımlıdır. Bu durumun sadece hücre-beden arası ilişkilerde değil, doğadaki tüm oluşum ve gelişimlerde böyle olduğu Theory of Integrated Levels (Feibleman 1954) tarafından teorik olarak da ıspatlanmıştır. (Hücre-beden) Alt-sistem - üst-sistem ilişkileri olarak bilinen bu ilkelerin en önemlileri şöyledir:
i-Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır.
ii-Her sistemde, üst düzey alt düzeye yön (hedef) gösterir.
iii-Herhangi bir düzeyin oluşumunda, oluşturma erki alt düzeydedir; üst düzey sadece hedef gösterir.
Şimdi alt-sistemlerle üst-sistemler arasında geçekleşen bu hedef gösterme ve gösterilen hedefe ulaşama çabalarının nasıl olduğunu bir örnekle gösterelim.
Matadorların yaptıkları boğa güreşlerinde, matadorun elinde kırmızı renkli bir flama bulunur ve boğa bu flamaya saldıracak şekilde şartlandırılır. Bu tipik bir yanlış hedefe saplanma olayıdır. Bir boğa bir mücadeleden ölmeden kurtulursa ve yarışmalara devam ettirilirse, hedef saptırılması olayını da fark eder ve karşısındaki matadora öldürücü boynuz darbeleri vurur. Bu nedenle boğa güreşlerinde aynı boğa arenaya tekrar çıkartılmaz.
Bu eylemlerde, bir boğanın şu veya bu şekilde davranması, tamamen kendisine gösterilen hedefin yanlışlığına bağlıdır. Boğanın hücreleri, bedene gösterilen hedefe ulaşmaya çalışırlar. Hedef hatalı olduğu için boğanın tüm çabaları boşuna gitmiş olur. Toplumlarda da insanlara gösterilen hedef aynen bu şekilde bir etki yapar. Günümüz dünyasında insanlara gösterilen hedefler arasında daha rahat yaşam koşulları oluşturmaya yönelik toplumsal birliktelik oluşturmak diye bir hedef yoktur. Bir toprak parçasını (vatanı), bir siyasi veya dini görüşü savunmak gibi hedefler yaygındır.
Vatan veya devleti koruma, veyahut vatansever insan olma gibi bir hedef yanıltıcı bir saptırmacadır, çünkü devlet dediğimiz sistem tepede bulunanlarca parsellenmiş ve sahiplenilmiş sektörlerden (A-Bakanlığı, B- bakanı, X-Holding, Y-Holding, Telekom, Vodafon, Z-Fabrikası, vs.) oluşmaktadır ve oralarda çalışanlar bu sistemlerin ortağı değildirler. Hâlbuki doğal sistemde varlıkların bizzat sahipliğini üstlenmedikleri hiçbir şey yoktur ve de oluşturulamamaktadır. İşte insanlığın sorunlarının temel nedeni bu bilgisizliğindedir. Bu bilgi insanlığa verilmemektedir. İnsanlara aşılanan bilgi şöyledir: doğadaki her şey varlıkların dışında bir güç sistemi tarafından oluşturulur ve sahiplik de ona aittir. Bu görüş doğa-bilimsel verilere tamamen ters düşmektedir. Bu hatalı temel görüş aktarımı nedeniyle, insanlar da, kendilerine ait olması gereken toplumsal hayat sistemini sahiplenme bilincinden yoksun kalmakta ve toplumdaki tüm işlemleri hep ağa, şeyh, sultan, lider gibi kendileri dışındaki insanlara bırakmaktadır. Tepedeki bu insanlar da, halkın bilinçlenmemesi-uyanmaması için ellerinden geleni hep yapmışlardır ve yapmaktadırlar.
Vatan bir toprak parçasıdır, o toprak parçası üzerinde sadece insan değil, daha milyonlarca farklı canlı yaşar ve hepsinin karşılıklı etkileşimiyle ekolojik bir sistem ortaya çıkar. Dolayısıyla vatanın sahipliği diye bir şey, insanlara özgü olamaz. İnsanlar kendilerini üzerinde yaşadıkları bir toprak parçasının sahibi görüp, onu istedikleri şekilde kullanamazlar. İnsanlık bu yanlışlığı yaptığı için, dağlarımız, denizlerimiz cehenneme çevrilmiş ve yaşanılmaz duruma sokulmuştur.
Bizlerin düşünce ve davranışları, bedenimizdeki hücrelerimiz tarafından belirlenirler. Peki, hücreler bu belirlemeyi neye göre yaparlar?
Cevap: bizlerin onlara göstereceğimiz hedeflere göre! Biz hücrelerimize futbolculuğu cazip gösterirsek, onlar futbolculuğa uygun davranışlara girerler; şarkıcı olmayı hedef gösterirsek, o yönde çabalayan insanlar ortaya çıkar. Bir toplumdaki futbolcu veya şarkıcı sayısının ise belli bir sınırı vardır. Dolayısıyla, milyonlarca nüfusa sahip olan bir toplumda insanlara gösterilecek hedef çok çeşitlilik arz etmek zorundadır.
Diğer taraftan, her insan bedeni bir diğerinden farklıdır. Kiminin ses telleri şarkıcı olmasına uygunken, kimininki değildir. Bu nedenle, bedenlerin hangi mesleklerde başarılı olacakları genetik yapısallaşmayla da ilişkilidir. Dolayısıyla, her insan aynı tür meslekte aynı başarıyı gösteremez. Bu nedenle insanlar, hücrelerine gösterecekleri hedefleri (yani toplum hayatında üstlenecekleri hizmetleri) kendi hücrelerine sorarak kendileri belirlemek zorunadırlar.
Bu gün gençliğimizin geleceklerinden umutsuz olmaları onları mutsuz kılmaktadır. Mutsuz olmalarının nedeni ise, yanlış gelenek-görenek ve yanlış temel eğitim sistemleri nedeniyle, kendilerine bir hedef belirleyecek şekilde hücrelerinin yönlendirilmemiş olmasındandır. Hedef vatansever olmak olursa, insanlar bir toprak parçasını sahiplenmek ve savunmak için çabalarlar. Hâlbuki hedef toplum-severlik olursa, alt-sistem üst-sistem ilişkisi ortaya çıkar ve insanlar toplum denilen yeni bir üst-sistem oluşturacak şekilde davranırlar. Vatanseverlik, bir üst-sistem oluşturmayı hedef olarak göstermez.
Dolayısıyla vatanseverliği hedef göstermekle, toplum-severliği hedef göstermek arasında büyük fark vardır. Vatanseverlik hedefiyle yetişenler devlet yönetimine geldiklerinde, vatanı büyütecek-koruyacak davranışlara girerler ve bu nedenle devlet sırrı gibi konular ortaya çıkar, çünkü vatanın sahipliği halka değil tepedeki yönetici kesime aittir. Onlar da bu sahiplik gereği, halktan gizlenmesi gereken konular oluştururlar. Hâlbuki toplum-severliğin hedef gösterildiği bir sistemde, toplumun sahibi bizzat halktır ve halk da sahibi olduğu sisteme zarar verecek bir davranışta bulunmayacağından, devlet sırrı gibi gizli-kapaklı konular oluşmaz. Günümüz siyasi çatışmalarının hepsi bu şekilde kökten çözüme kavuşur.
Toplum biz insanların oluşturacağı bir ortaklık sistemidir. Hücrelerimize bu temel görevi hedef olarak gösterirsek, çocuklarımız ve gençlerimizin her biri kendi genetik yapılarına uygun mesleklere yönelerek, en iyi toplumsal bağımlılık sistemini kesinlikle oluşturacaklardır, çünkü bu dürtü onların genlerinde mevcuttur!
Toplum hayatı, bileşenlerinin sahip çıkması oranında başarılı olunan bir sistemdir. Toplum oluşturulması gereken yeni bir sistemdir. Toplum oluşturmanın amacı ve doğada bir şeyin nasıl oluşturulduğu, nasıl sahiplenildiği bilgisi hücrelerimize otomatik olarak işlenecek şekilde verilmezse, insanlar toplum oluşturamazlar. Bu bilgi geleneklere işlenmiş olursa toplumsallaşma gerçekleşir. Ancak o zaman her çocuk, doğar doğmaz bu geleneksel bilgiyi kopyalayıp otomatik işletim devresi olarak yapısına aktarır ve insanlık ondan sonra bu yolda devam eder. Bu yapılmadığı sürece, toplumsal davranış gerçekleşmez.
Bir bedende tüm işleri yapan hücreler mi? Evet!
Peki, hücreler bedenlerine sahip çıkıyorlar mı? Evet!
Bir toplumda tüm işleri yapan halk mı? Evet!
Peki, halk topluma sahip çıkıyor mu? ????
Neden? Çünkü halka doğadaki oluşumların, varlıkların dışında bir sistem tarafından oluşturulup-denetlendiği ve sahiplenildiği şeklinde bir bilgi verilmiş.
İnsanların kendilerini toplumsal (ve diğer doğal sistemlerin) sahibi olarak görmediklerinin en güzel delilini, insanların hayattaki davranışları oluşturur. Şöyle ki:
İnsanlar
-evlerine tükürmezler, kendi eşyalarına zarar vermezler,
-ama sokağa tükürürler, denizleri, dağları kirletirler, hırsızlık-soygunculuk yaparlar.
Toplumu kendisi oluşturan ve doğadaki tüm diğer varlıklara bağımlı olarak, onlarla birlikte doğal sistemi oluşturduklarının bilincinde olan bir insan, tamamen farklı davranmaya başlar.
Hedef biz nasıl daha rahat bir şekilde yaşayabiliriz? sorusuna yanıt bulmaktan geçer ve bu soru toplum nedir? Nasıl oluşturulura götürür. Doğadaki tüm oluşumlar bileşenlerin (insanların) karşılıklı anlaşıp-uzlaşmalarına göre gerçekleştirildiğinden, bu temel prensibi öğrenen insanların başka türlü davranmaları beklenemez, çünkü sistem doğanın sahibine ait sistemdir.
Dolayısıyla, doğadaki oluşum mekanizması bilgisinin ana-babalarımızın geleneklerine işleyecek şekilde onlara aktarılması toplumsal sorunlarımızın çözümü için şart ve gereklidir. Doğadaki oluşum mekanizmasına uygun davranmak ve toplumsal sistemi bir ortaklık olarak görmek ve sahipliğini üstlenmek.
Toplumlarda yerleşik bir sürü geleneksel bilgiler vardır. Bu bilgilerin hangilerinin doğru (yararlı), hangilerinin yanlış (zararlı) olduğunu saptamak için, söz konusu bilginin yaşamınızı olumlu yönde mi, olumsuz yönde mi etkilediğine bakmak gerekir. Toplumlarda en yaygın bilgi olan doğadaki oluşturucu-yönlendirici güç sisteminin varlıkların dışında, yani varlığın dışında, üstünde, harici bir sistem olarak düşünülmesi olgusudur ki, tüm toplumlarda tepeye bağımlı sistem oluşumlarına yol açmıştır. Halbuki, beden-hücre ilişkisinde gösterildiği ve tümleşik sistemler teorisi (Theory of integrated levels) ilkelerinde ortaya konulduğu üzere, doğadaki tüm oluşum ve gelişimler tabana bağımlı olacak şekildedir. Dolayısıyla, tüm sorunlarımızın nedeni, doğa ve dünyadaki oluşum ve gelişimleri yanlış anlamak, yanlış yorumlamak ve bu yanlış sisteme göre toplumsal ilişkilerimizi düzenlemekten kaynaklanmaktadır. Çözüm formülü ise çok basittir: Her şeyi, doğadaki sisteme uygun yapmak; yani tabana dayalı örgütlenme ve yapısallaşmalara gitmek:
1-Devleti, daha rahat bir yaşam düzeyine ulaşmak amacına yönelik bir toplumsal birlik-bütünlük oluşturma işlemi olarak görmek;
2- Tek başına yaşayan bir insan sürekli bir koşuşturma içinde olmak zorundadır. Hem ihtiyacı olan sebzeleri, tahılları üretecek, hem tahılları öğütüp un yapacak, hem yiyeceği eti sağlayacak, hem ateş yakacak, hem yemek pişirecek bir fırın yapacak, hem tabak, kaşık yapacak, vs… Bu kadar farklı görevin hepsini bir insanın tek başına yapması imkânsızdır, çünkü buna ne zamanı, ne bilgisi ne de enerjisi yeterli değildir. Toplumsal bir sistem içinde yaşayan bir insan ise, bu görevlerden sadece birini yapar ve diğer insanlarla ürününü veya hizmetini takas ederek yaşar. Bu sayede hem daha az koşuşturur ve hem de çok daha rahat bir yaşam düzeyine kavuşmuş olunur. Bu nedenle toplum (devlet) iş ve meslek sahipleri arasındaki bir ortaklık sistemi olarak görülmelidir. Dolayısıyla yapısallaşması ve yönlendirilmesi tamamen iş-ve meslek dalları arası ilişkiler çerçevesinde olmak zorundadır. Toplum bu şekilde ve tabana bağımlılık çerçevesinde tanımlanıp yapılandırıldığında, 1, 2, 3,4 nolu sorunlar tamamen ortadan kalkar; çünkü
1-yönetimi ele geçirme mücadelesi artık söz konusu değildir, çünkü halk sistemin sahipliğinin bilincindedir ve tepe diye bir yetki ve bağımlılık merkezi yoktur;
2- Halk toplum yaşamının, daha rahat ve huzurlu bir düzeye ulaşmak amaçlı bir ortaklık olduğu bilinciyle yaşadığından, sağ-sol, din, ırk, vs gibi gereksiz parçalanmalarla, rahat ve huzurunun ortadan kaldırılmasına karşı koyar;
3- Bu sistemde her şey tabana bağımlı olarak oluşturulduğundan, tüm işyerleri, bizzat çalışanlar tarafından sahiplenilir ve işveren-işçi ayrımı gibi doğal olamayan durum ortadan kalkmış olur.

Şimdi de doğadaki tabana bağımlılık sisteminin diğer bazı özelliklerini ve bunların hayatımıza etkilerini görelim. Bir şeyi oluşturma-yapma erki alt sistemlerde olduğuna göre, bir şeyin yapılması için gereken bilgilerin de alt-sistemlerde depolanması, işleme konulması gerekir. Son yıllarda yapılan biyolojik-genetik ve fizik dalı araştırmaları bunun böyle olduğunu göstermiştir, Blobel 1999, Haken 2000, Kandel 2001, Andersonet al. 2007, Leek et al. 2007, Patel 2008, Li et al. 2010, vs.. Bu araştırmalara göre, bir bedeni oluşturacak olan hücreler, çevrelerindeki değişim-dönüşüm bilgilerini toplarlar, olasılık hesapları yaparak en olası duruma göre yeni oluşturacakları bedenin yapısallaşmasını gerçekleştirirler ve tüm bu bilgiler hücresel yapısallaşmalarda depolanırlar ve işlenirler. (Bu nedenledir ki, beyindeki her bir hücre yaklaşık 40-50 bin faktörü dikkate alarak bir olasılık hesabı yapar ve çıkan sonucu, diğer bir hücreye iletir; o hücre yine, kendisine gelen 40-50 bin veriyi değerlendirip bir olasılık hesabı yapar ve bir diğer görevli hücreye aktarır. Bu şekilde trilyonlarca veri bir-kaç salise veya saniye içinde işlenerek bir sonuca varılır ve beden o sonuca göre davranır!)
Doğa bilimlerindeki bu gelişmelerden anlaşılacağı üzere, biz insanların düşünce ve davranışları tamamen hücrelerimiz arasında ve içinde gerçekleşen yapısal-dokusal değişim-dönüşümler sayesinde oluşturulmaktadır. Bu değişiklikler genelde amino-asit sıralamalarında yapılan değişiklikler şeklinde olmaktadır.
Özet olarak şu sonuç ortaya çıkar: Bir bedenin çevresindeki değişim-dönüşümlere uyumunu sağlayan o bedenin içindeki hücreleridir. Bir insan toplum hayatında kendine bir iş veya meslek arıyorsa, yapması gereken, çevresine bakıp, hangi işlerin kendisine uygun olduğunu saptayıp, bu iş veya meslek hakkında gerekli bilgileri edinmeye çalışmasına bağlıdır. Bir kişiye neyin uygun olup olmadığı da yine, içindeki hücresel dürtülerle belirlenir, çünkü bir bedenin hangi konularda yetenekli olduğu, genetik olarak hücrelerin yapısallaşmalarıyla denetlenir.
Bedenlerle hücreleri arasındaki bu ilişkiyi de ortaya koyduktan sonra, 5 ve 6 nolu sorunların da ortadan kalkacağı görülür.
Sonuç: İnsanlığın tüm sorunları, doğadaki oluşum mekanizmasının tabana bağımlı olduğu gerçeğini bilmemesi, tam tersine, tepeye bağımlı olduğu şeklinde hatalı bir geleneksel bilgiye sahip olması ve ona göre davranmasından kaynaklanmaktadır. Çözüm yolu ise çok basittir: Doğadaki oluşum mekanizmasının nasıl olduğu konusunun toplumsal düzeyde işlenip, gelenek-göreneklere işleyecek derecede yaygınlaştırılması!

Yukarıda özetlenen teorik bilgileri yaygınlaştırmak, gençlere ve medyaya düşmektedir. Ancak, devletin (kamu mallarının ve haklarının) tepedekilerce sahiplenilmiş olması nedeniyle, medya dediğimiz yazılı ve görsel etkileme sistemi de, çeşitli holdinglerin elinde bulunmaktadır. Bu nedenle, medyaya bu konuda sunulan yazılar hiç dikkate alınmamaktadır. Bu nedenle bu bilgileri yaygınlaştırmak ve geleneklerimize işleyecek şekilde halkımıza duyurabilmek, sadece ve sadece tabandaki halk içindeki akıl ve mantığı sağlam kişilere kalmaktadır. Bu konuda umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur, çünkü bilgi üssel (eksponansiyel) şekilde çoğalma özelliğine sahiptir. Bu konuya inanan her bir insan her ay bir başka insana bu bilgiyi aktarıp, onun da bu bilgiyi benimseyip-yaygınlaştırılmasına sağlayacak olursa, 24 ayda tüm Türkiye nüfusuna ulaşılmış olunur, çünkü 224 yaklaşık 66 milyon etmektedir. Geometrik artışın gizemini anlamak için satranç oyununu bulan kişinin, oyunu hediye ettiği Şahtan, satranç tahtasındaki 64 karenin her birine 1-2-4-8-16 gibi 2nin karesi şeklinde artacak şekilde buğday tanesi isteği istemesi olayını düşünmek yeterlidir.
Kısacası, geleceğimizin düzelmesi ve gerçek bir toplumsal hayat sisteminin oluşturulması, tamamen insanlarımızın bu doğal sistem bilgilerini mümkün olduğunca çok kişiye ulaştırmaya çalışmasına bağlıdır.

Diğer bir yol ise, kişileri haklarını mahkemeler kanalıyla aramaya başlamalarına bağlıdır. Şöyle ki:
Bir ülkede tüm insanların durumlarının iyi veya kötü olması, sistem gereği, devleti yönetenlerdedir. Yani sınavda başarısız olan bir öğrenci de, bir şey çalarak hapse düşen kişi de, iş-bulamadığı için aç gezen kişi de, ruhsal sorunlar yaşayan biri de, açıkçası durumundan memnun olmayan tüm insanlar devlet aleyhine dava açıp, mağduriyetlerinin karşılığını talep edebilirler.
Çünkü, Ağaç yaşken eğilmektedir ve ne ekilirse o biçilmektedir Neyin ekileceğine ise devleti yönetenler karar verdiğine göre, durumu kötü olan herkes iki açıdan devlet denilen üst-sistemden şikayetçi olmak hakkına sahiptir.
1. şikayet konusu: Toplumsal Sorunlar:
Benim bu şekilde düşünce ve davranış içinde olmam tamamen devlet denilen üst-sistemin, gelenek-görenekler ve yasalar-yönetmeliklerle beni etkilemenin bir sonucudur. Benim yaşadığım ortamda gelenek-görenekler iyi olsaydı, yasalar-yönetmelikler doğadaki sisteme uygun olsaydı, ben o zaman bu durumda olmayacaktım. Ben bir karıncadan daha aptal değilim. Tüm karıncalar kolonilerinde bir iş sahibiler ve her biri bir görev yaparak topluluklarında işlerin yolunda gitmesi için ne gerekiyorsa yapıyorlar. Kurallarını veya yasalarını sizlerin belirlediği toplumumuzda ben bu toplumsal sisteme uyumlu davranmıyorsam, bunun suçu, sizin belirlediğiniz toplumsal sistem kurallarının, doğadaki sisteme uygun olmayan bir yönleri olmasındandır. Yoksa ben de bir karınca gibi doğal sistem kurallarına uygun olan bir sisteme uyum sağlardım ve hem kendim daha mutlu olurdum, hem yaşadığım toplum daha iyi olurdu.
2. şikayet konusu: Bedensel sorunlar:
Sürekli değişim-dönüşüm içinde olan dinamik bir doğal sistem içinde yaşıyoruz. Dinamik sistemli bu doğada her şey information & self-organisation = çevrendeki değişim dönüşümler hakkında bilgi edin ve o bilgilere göre örgütlen olarak özetlenen dinamik sistemler fiziği teorisi ilkelerine göre gerçekleşmektedir. Bilgi ise hep varlıkların iç bileşenlerinde (yani bedenlerimize ait tüm bilgiler bedeni oluşturan hücrelerimizde) kayıt altına alınıp-işlenmektedir. Bu konuyu daha basit olarak ifade etmemiz gerekirse, şöyle de söyleyebiliriz: Bir insan veya balık bedeninin, çevredeki değişen doğa koşullarını uyumlu olması, beden içindeki hücrelere duyu organlarından aktarılan verilere göre gerçekleşir; yani hücreler, gelen verilere göre yapısal-dokusal durumlarını değiştirerek, çevrelerine uyumlu olmaya çalışırlar. Bu nedenle organizmalar, çevrelerindeki renklere uyacak şekilde, renklerini ayarlayabilirler, vs. Yani özet olarak şu denilebilir: Bir bedenin yaşanılan ortam koşullarına uygun olması, onun içindeki hücrelerinin denetim ve kontrolü altındadır. Hâlbuki tüm geleneksel hayat görüşlerinde, canlılığımızı ruh adını verdiğimiz ve doğru-dürüst bir tanımını bile yapamadığımız hayali bir kavrama bağlamışızdır ve bu bilgiyi duyu organlarımızla, hücrelerimize aşılamışızdır. Ruh, beden dışı bir güç sistemine bağlı bir canlılık olarak bilinir. Bu durumda bedenimiz içindeki hücreler şöyle bir değerlendirme yapmak zorunda kalırlar: Değişim-dönüşüm içindeki bir doğada yaşadığımıza göre, çevrede, bizim oluşturduğumuz bedenin içine girip-çıkabilen bir başka faktör ortaya çıkmış! İşte ruhsal sorunlarımız böyle başlar: Hücreler, kendi kontrolleri dışında hastalanabilecekleri, başarısızlığa uğrayabilecekleri gibi bir sürü korku içine girmiş, yönlendirilmiş olurlar. Dolayısıyla, bedenimle hücrelerim arasındaki doğal ilişki sisteminin bozulmasının tek suçlusu, doğal sistem mekanizmasını hatalı olarak insanlığa empoze eden devlet mensupları ve yöneticileridirler.

İnsanları etkileyecek ve yönlendirecek bilgileri oluşturmak ve düzenlemek, sistem gereği devletin görevin olduğuna göre, benim hırsız olmamın, başarısız olmamın, kanser olmamın, ruh hastası olmamın, vs. tüm suçu toplumsal sistemin kurallarını oluşturan ve belirleyen üst-sistemlerde, yani devlet yapısallaşmasında!!!
Devlet ise, şu farklı ayaklardan oluştuğuna göre:
Davalılar:
1- TC Devleti Cumhurbaşkanı
2- TC Devleti yasama organı (Tüm millet-vekilleri)
3- TC Devleti yürütme organı (Başbakan ve tüm diğer bakanlıklar)
4- TC Devleti yargı organları (Yargıtay, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi Üyeleri, Cumhuriyet savcıları ve hakimleri)
Tazminat bedeli, kamu giderlerinden değil, doğrudan davalıların özel gelirlerinden karşılanmak üzere, uğranılan zararların, sorumlular tarafından karşılanmasını talep etmek!!!

Yukarıda sıralanan yönetici kadrolarının her türlü dokunulmazlığı kaldırılıp, her konuda hesap sorulur hale getirildiklerindeki durumu düşünün. Vatandaşlar her konuda tepedekilerden hesap sorup uğradıkları mağduriyet için kişisel tazminat davaları açacak duruma geldiklerinde, acaba yöneticiler ne yapabilirler?
İşte en kestirme çözüm yolu budur. Yönetime gelen bir parti, yasalarda böyle bir değişiklik yaptığı anda, toplumsal sistemde tepeyi ele geçirme kavgaları son bulur. Halk kendi kendine bilgi edinip-kendi kendini yönetecek doğal sistem kurallarını ortaya koymaya başlar. Bu şekilde bilgi edin ve bu bilgilere göre örgütlen şeklinde özetlenen doğal sistem hayata geçecektir.

Tüm yasa ve yönetmelikler tepedekiler tarafından hazırlandığından, devlete (dolayısıyla devleti yöneten, yasalar yapan ve uygulayanlara) karşı halkın hak arama kapıları kapatılmıştır. Ama bilimsel mantık açısından yukarıdaki şekilde bir dava dilekçesi tamamen tutarlıdır. İyi bir avukat bu konuda hakkınızı arayıp, davalılardan tazminat almayı başarabilir.
İşte Anayasa kitapçığına konulması gereken en önemli madde bu olmalıdır: Devlet denilen sistemin ayaklarını oluşturanlardan (yukarıda sıralan davalılardan) halkın hesap sorabilmesi ve mağduriyetlerinin karşılanmasını isteyebilmelerinin sağlanması.
Ancak bu koşullar sağlandığında, herkes tepedekileri dava edecek kadar bilinçlendiğinde, toplum kendi kendine oluşmaya başlayacaktır.
Daha kaç yıl geçer, bunu insanlar arasındaki haberleşme ve bilgi-akış hızı belirleyecektir.

Bu konularda yukarıda zikredilen kitap en temel doğabilimsel verileri içermektedir. Yeni yazılmış yazıları isteyenler isgedik@ktu.edu.tr adresinden isteyebilirler.

Prof. Dr. İsmet Gedik
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...